Pazartesi , Aralık 23 2024
Anasayfa / Arşiv / Küresel salgının küresel etkisi: Tek kutuplu sistemin sonu mu?

Küresel salgının küresel etkisi: Tek kutuplu sistemin sonu mu?

İbrahim VARLI

BirGün Yayın Koordinatörü

 

Koronavirüs salgını küresel düzeni değiştirebilir (mi?). Genel kanı hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı yönünde. Neo liberal küreselleşmenin can çekiştiği, kapitalizmin derin bir ekonomik buhranın girdabında debelendiği bir dönemde patlak veren salgın ekonomiden siyasete, çalışma hayatından uluslararası ilişkilere toplumsal/siyasal yaşamın her alanını etkiledi. Krizdeki neo liberal kapitalist düzeni temelden sarsarken kuşkusuz ki değişim de kaçınılmaz olacak.

Evet, dünya değişecek, ama nasıl?

Mesele bu değişimin ne yönde olacağına dair. ABD Foreign Policy dergisinden Alman Die Welt gazetesine, İngiliz Guardian’dan, Fransız Le Monde’a dünyanın dört bir tarafındaki yayın organlarında şimdiden onlarca makale, analiz yayınlandı. Yayınlanmaya da devam ediliyor. Örneğin Die Welt 12 Mayıs tarihli “Der große China-Irrtum” başlıklı analizde bu soruya genişçe yer ayırırken Çin’in salgın sonrasındaki pozisyonuna dair detaylı bir sorgulamaya girişmişti.

Uluslararası sistemdeki kriz salgınla başlamadı. Kapitalizm 2008’den bu yana süregelen yapısal bir krizin içindeydi. Üstüne gelen ticaret savaşları, ABD ile Çin ve Avrupa arasındaki gümrük duvarları, nükseden hegemonya, nüfuz mücadeleleri vs hepsi dağılmaya yüz tutan ama yenisi de doğmayan bir doğumun sancılarıydı.

Covid-19 ile birlikte ekonomik, toplumsal, siyasal kriz sadece daha da derinleşerek belirginleşti. Uzunca bir süredir dünya siyasetinde düzensizliğin hakim olduğu, belirsizliğin artığı, kapitalist/emperyalist eski müesses nizamın çatırdadığı yeni bir döneme girilmişti.

 

***

Yeni tip korona virüs öncesinde nasıl bir dünya düzeni vardı? ABD’nin tek başına liderlik etmeye çalıştığı dünya düzeni yerini yavaş yavaş çok kutuplu düzene bırakıyordu.  Amerikan hegemonyasının gerilemesiyle birlikte son on yılda yeni başat aktörlerin ortaya çıkması, çok kutuplu yeni bir dünya düzenine girildiğinin işaretleriydi.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında mutlak bir güç olarak tarih/siyaset sahnesine çıkan ABD’nin gerileyen hegemonyasına bağlı olarak, liderliğini yaptığı küresel kapitalist düzen çatırdıyor. ABD’nin “hegemon güç” konumunun zedelenmesine paralel olarak, yeni aktörler boşluğu doldurmaya soyunuyor. Çin’in ekonomik, Rusya’nın askeri güç projeksiyonlarında ABD’ye kafa tutma kapasitesi Washington’ı sıkıştırıyor. Yeni aktörler beraberinde kaynakların, nüfuz alanlarının yeniden paylaşımını da zorunlu kılıyor.

Gerileyen Amerikan hegemonyasının karşısına yeni güç merkezlerinin tarih sahnesine çıkmasıyla 21.yüzyılın bu ilk çeyreği, iki büyük dünya savaşının verildiği 20.yy’ı aratmayan bir küresel hegemonya mücadelesine sahne oluyordu. Dünyanın dört bir tarafında egemenlik, paylaşım, nüfuz savaşları veriliyor. Latin Amerika’dan Asya Pasifik’e, Güney Çin Denizi’den Ortadoğu’ya, Doğu Avrupa’dan Kara Afrikası’na bu kapışmanın izlerini görmek mümkün. Hâlihazırda seksenden fazla bölgede savaş, çatışma, kriz var. Suriye, Yemen, Ukrayna, Irak, Afganistan, Libya, Somali, Nijerya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Brezilya, Veneuzela ilk akla gelenler arasında. Ve bu krizlerin hiçbiri bir diğerinden bağımsız değil. Suriye ve Yemen’deki savaşları Ortadoğu’daki, Kuzey Kore gerginliğini Asya-Pasifik’teki, Arakan sorunu Güney Asya’daki güç mücadelelerinden ayrı ele alınamaz.

 

Milyonların yaşamını yitirdiği, kentlerin haritalardan silindiği iki büyük paylaşım savaşına yol açan hegemonya çatışmasının 21. yy’a özgü bu yeni versiyonunda hızlanan rekabet, küresel aktörlere tehlikeli sularda kulaç attırırken, kırılgan dengeler her an yeni bir büyük savaşa yol açabilecek durumda.

***

Salgının küresel güç mücadelesinde keskin bir dönüşüme yol açacağını söylemek için erken. Mevcut güç merkezleri arasındaki nüfuz mücadelesi artarak devam edecek. Yeni bir siyasi ve ekonomik döneme girileceği varsayılsa da bu dönüşümü sağlayacak, genel siyasetin seyrini belirleyecek bir altüst oluşun yaşanması için daha büyük siyasal, ekonomik, toplumsal kırılmaların yaşanması gerek. Mevcut tablonun birden altüst olması için Amerika’nın hegemon güç olmasını sağlayan ikinci dünya savaşı gibi köklü, derin olayların vuku bulması gerek.

 

Koronavirüs dönüşümü daha ağır, doğal seyri içerisinde sağlayacak. Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin ABD liderliğindeki “kolektif emperyalizm”e karşı yeni odak olmalarını daha da belirginleştirecek. Amerikan hegemonyası son bulmasa da yeni ittifaklar, yeni cepheleşmeler ABD’nin tek başına soyunduğu dünya jandarmalığı rolünü frenleyecek.

 

Salgın krizi Çin için yeni bir yüzyılının başlangıcı olabilir. ABD merkezli neo-liberal küreselleşme modeli dağılırken, Çin yeni bir hegemonya adayı olarak hızla yükseliyor. Salgın öncesinde başlayan ABD-Çin bilek güreşi “ticaret savaşı”yla tavan yaparken bu kapışma salgın sonrasında her alanda kendisini iyiden iyiye gösterecek. Çin’in salgın karşısındaki mücadelesi ABD’nin aksine dünya ile “dayanışma” stratejisi dikkat çekici. Salgın ABD’yi daha içe kapatıp, koruma duvarlarını yükseltmesine yol arken aksine Çin agresif şekilde kalkanları rafa kaldırdı adeta küreselleşmenin yeni sözcülüğüne soyundu. Bir süre önce açıklanan ve Çin’in yeni yüzyılının başlangıcı olarak kabul edilen “yeni kuşak yeni yol” stratejisi Pekin’in “süper güç” hevesinin adımı. Aynı zamanda “Çin küreselleşmesi”nin de başlangıcı.

 

Salgının kasıp kavurduğu krizdeki çok parçalı Avrupa Birliği’nin (AB) geleceği daha çok tartışılacak. Bir birlik rüyasıyla kurulan AB’de salgınla birlikte var olan çatlaklar daha da derinleşti. Her ülkenin kendi derdine düştüğü bu süreçte “Ulus devlet egoizmi” bütün “birlik” rüyalarını silip süpürdü. İtalya’da yakılan AB bayrakları Brüksel’e karşı gelişen öfkenin somut bir yansımasıydı. Hakeza İspanya’da da benzer tepkiler var.

Pandemi krizi AB için bir kilometre taşı olacak. Yanlışlardan, eksikliklerden dersler çıkarılarak daha sıkı bir birliktelik de doğabilir ya da AB tamamen kâğıt üzerinde kalan bir oluşuma dönüşür. Buna karar verecek olan da krizin yıldızını daha da parlattığı Almanya olacak. Küresel siyaset sahnesinde daha fazla rol kapmak isteyen Almanya, Fransa ile birlikte AB’yi küresel güç denkleminin merkezine taşıyabilir. Birlik içindeki kırılganlık buna engel gibi görünse de kriz fırsata dönüştürülebilir. ABD ile AB arasında her geçen gün açılan makas “yaşlı kıta”yı yeni yönelimlere itebilir.

 

Başta “transatlantik” olmak üzere uluslararası ittifaklarda kırılmalar yaşanabilir, yeni arayışlara koşut olarak yeni cepheleşmeler, iş tutmalar gündeme gelebilir. ABD askeri hakimiyetini sürdürse de ekonomik olarak Çin ekonomik gücünü, yardım kapasitesini, ticari ilişkilerini daha da öne çıkaracak. AB gibi Atlantik İttifakı’nın sadık bileşeni “önce Amerika” diyen Trump ABD’sine karşılık Çin ve Rusya ile daha sıkı bir ekonomik, siyasi ilişki geliştirmek zorunda kalacak. Trump ile birlikte ABD içine kapanıyor, müttefikleriyle bağları zayıflıyor.

***

İçe kapanma sadece ABD ile sınırlı kalmayacak gibi. Şimdiden görünen o ki küreselleşmenin büyük yara alacağı, ulusal sınırların kalınlaşacağı, ülkelerin daha fazla içe kapanacağı bir süreçle karşı karşıya kalacağız. Bunun beraberinde getireceği siyasi iklime dair iki seçenek var. Birincisi ekonomiyi ve siyaseti, halktan yana, kamucu, ekolojik olarak daha sürdürülebilir bir biçimde yeniden yapılandıracak, daha eşitlikçi, adaletli bir düzen tasavvuruna sahip sarkacın sola meylettiği bir iklimin hasıl olması. Salgın küresel adaletsizliği, yoksulluğu, eşitsizliği daha da artırırken milyonların daha iyi bir dünya özlemi de nüksedecek. İşsiz, güvencesiz, geleceksiz milyonların öfkesi dört bir tarafta sokaklara taşıyor.

İkincisi ise tarihin tekerrür ederek dünyanın daha da totaliterleşerek “yeni faşizm”e doğru yol alması. Yüzyıl sonra, yine bir ekonomik buhran, virüs salgını, büyük güçler arası rekabet ve dengeleme ortamında yine bir totaliter rejimler çağına kapılar aralanabilir. Daha fazla yoksullaşan kitlelerin dünyanın dört bir tarafında pompalanan yabancı, göçmen düşmanlığı üzerinden aşırı sağ yapılara akın etmesi, popülist sağcı liderlerin yelkenini doldurabilir.

 

***

İkinci seçeneğin baskın gelmesi halinde ki öyle görünüyor, tıpkı iki dünya savaşı arasındaki bir tabloyla karşı karşıya kalabiliriz. Salgın, ekonomik kriz ve sonucunda gelen “yeni faşizm.” Otoriterleşmenin tavan yaptığı bu yeni faşizm koşullarında bir karabasan gibi dünyayı tesiri altına alan virüsün teslim aldığı kitlelere her türlü zorbalık dayatılarak zorla bir “rıza üretimi”ne girişilebilir. Naomi Klein’in Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi çalışmasında egemenlerin, zorbaların kriz, korku, felaket, savaş gibi travmatik olay ve duyguları kullanarak yaşanan çaresizlik üzerinden nasıl “rıza üretimi”ne giriştiklerini çarpıcı şekilde anlatır.

Başına gelen beklenmedik bir felaket sonrasında şaşıran, ne yapacağını bilemeyen şoka giren kitleler, daha önceleri kabul etmeyip karşı çıktıkları yaptırımlara, politikalara boyun eğmek zorunda kalır. Normal koşullar altında insanların kabul etmeyeceği siyasal, toplumsal, ekonomik sistemler “şok doktrini” kabul edilebilir hale getirilir. Toplum yaşadığı şok ve travmayla sarsılırken sistem önceden planlanmış politikaları hayata geçirmekle meşgul olur.

Kapitalizmin, böyle bir ekonomik projeye uygun, toplumsal yapılanma ve ruh halini tetikleyecek politik olayları, eğer kendiliğinden ortaya çıkmazsa bizzat yaratmaya çalıştığı da yeni bir olgu değil. Toplumsal algı değişimi için bu şoklar dünyanın dört bir yanında, farklı kıtalarda, farklı kültürlerde, farklı demokrasilerde uygulandı.

 

Siyasi tarih, “şok tedavisi”nin esir aldığı toplumlarda “felaket kapitalizmi”nin nasıl inşa edildiğini gösteren dramatik hikâyelerle dolu. 1929 Ekonomik Buhranı’nın teslim aldığı kitleler yaşadıkları “şok”un da etkisiyle faşizmin kara bayrağına teslim oldu. 1973’te Şili’de Milton Friedman’ın yazdığı reçeteyi uygulayan darbeci faşist General Augusto Pinochet’ti. Sonrasında 1982’de Arjantin ile yapılan Falkland Savaşı’nı kullanan “Demir Lady” Margaret Thatcher o güne kadar görülmemiş bir neoliberal salgını topluma enjekte etti. Ardından Yeltsin Rusyası’ndan Çin’e, Sri Lanka’dan Asya Kaplanları’na, Tayland’dan Polonya ve Irak’a kadar pek çok yerde benzer dalgalara başvuruldu.

2000’li yılların hemen başında bu kez istikamet ABD’ydi. 11 Eylül 2001’deki saldırıların ardından insanların korkularından yararlanan Washington, istediği güvenlik politikalarını ve de işgalleri koşulsuz bir şekilde uygulama fırsatı yakaladı. Bir şokla teslim alınan toplum artık her türlü “tedavi”yi kabul edecek durumdaydı.

 

***

Şimdi yeni bir dönemin arifesindeyiz. İnsanlık bu salgını da yenecektir. Bundan kuşku yok. Ancak virüsten geriye sadece ölümlerin, karantinaların kalmayacağı da açık. Yeni “şok tedavileri”nin hayata geçirilebileceği bir dönem kapıda. Ortaya çıkacak ekonomik, toplumsal, politik çöküşün üzerine daha baskıcı, otoriter bir dünya inşa etme ihtimalleri hiç de az değil.

Tıpkı yüz yıl önceki gibi bir ekonomik buhran, salgın, büyük güçler arası rekabet ve emperyalist hegemonya kapışmasının gölgesinde yeni bir totaliter rejimler çağına girme tehlikesi oldukça yüksek. Kuzey Amerika’dan Güney Amerika’ya, Asya’dan Avrupa’ya dört bir tarafta otokrat liderlerin giderek daha çok yetkiyi ellerinde toplamaya başladıklarını görüyoruz. ABD’de Donald Trump, Brezilya’da Jair Bolsonaro, Macaristan’da Viktor Orban, Filipinler’de Duterte ve daha niceleri…

Bu totaliterleşen rejimlerle birlikte nükseden aşırı sağcı dalga, faşist hareket ve partilerin güç devşirmesi vb. etkenler “Yeni faşizm süreci”nin tehlikeli sinyalleri olarak görülebiliyor. Dünyada bunlar olurken siyasal İslamcı tek adam rejiminin baskı dozajını artırdığın AKP Türkiye’si de bu süreçlerden etkilenecek, “yeni Osmanlıcı” hevesler uğruna maceradan maceraya sürüklenecek.

Deja vu hissi yaratan bütün bu hikayeler yüzyıl önce vuku bulan 50 milyon kişinin ölümüne neden olan İspanyol gribi, ekonomik buhran ve sonrasında da gelen otoriter liderler, faşizm dönemini çokça hatırlatıyor. Karl Marx 1851-1852 yılları arasında kaleme aldığı “Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i” eserinde o tarihi saptamasını yaparken şöyle der: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.”

Ne hegemon güçler ne de dünyanın geri kalanı ne de insanlık yaşanılanlardan dersler çıkarmış değil. Yüzyıl önce yaşananlar komedi olarak tekerrür edebilir!

Göz atın

10 Ocak bir bayram ya da kutlanacak bir gün değil, bir dayanışma günüdür

Gazeteciler, bir 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nü daha baskı ve hak ihlallerinin tavan yaptığı bir …

ÇGD’den Bursa Büyükşehir’e ‘mal beyanı’ yanıtı: Bitlis’te 5 minare!

Bilindiği üzere, Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi’nin 30 yılı aşkındır Kültürpark içinde bulunan idari ve …