Perşembe , Mart 28 2024
Anasayfa / Arşiv / Coronavirüs gazeteciliğe de bulaştı

Coronavirüs gazeteciliğe de bulaştı

 

Ragıp DURAN

Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada gazetecilik/habercilik Covid-19’a esir düştü. Yurttaşların kendi sağlıkları için habere, bilgiye, farklı yorumlara en çok ihtiyaç duyduğu salgın döneminde, bütün engel ve zorluklara rağmen belki bizde değil ama Batı dünyasında gazeteciler nispeten başarılı bir sınav verdi. Ama yakın gelecek mesleğimiz açısından çok parlak görünmüyor.

Covid-19, bütün dünyada bütün meslekleri, bütün sektörleri vurdu. Uzun bir süredir zaten büyük sorunlar, sıkıntılar yaşayan gazetecilik de salgından kaçınılmaz olarak olumsuz etkilendi. Gazetecilerin çalışma koşulları ağırlaştı, özellikle yazılı basın iyice krize girdi ayrıca da bu kriz tam da ‘Yalan Haber’ fırtınasının estiği bir döneme denk geldi.

Savaş, çatışma dönemleri, ekonomik ya da toplumsal bunalım günlerinde, aslında yurttaşların daha fazla, daha yoğun, daha hızlı doğru habere ihtiyacı varken, yurttaşlar, dünyada, bölgesinde, ülkesinde, kentinde hatta mahallesinde ne olup bittiğini öğrenmek isterken, haber, bilgi ve yorumların doğrudan yurttaşın hayatı, sağlığı konusuna yoğunlaşması gerekiyordu.

Salgın, bütün dünyada mevcut siyasi-ekonomik sistemin, tüketim toplumunun olumsuz yanlarını ortaya çıkardığı gibi belki iki ay boyunca, besin maddeleri hariç, alış-veriş yapmadan da yaşanabileceğini gösterdi.

 

Başta ABD olmak üzere, demokratik geçmişe sahip ülkelerde bile, Trump gibi bir liderin iktidarda olması nedeniyle, medyanın kamu çıkarını savunma misyonu büyük ölçüde sekteye uğradı. Fransa ve İngiltere’de de hükümetlerin beceriksizlikleri, liderlerinin yetersizliğinden çok benimsedikleri ekonomik-politikaların (Yani neo-liberalizmin) başarısızlığı olarak kayıtlara geçti. Çin, Rusya, Brezilya gibi demokratik olmayan yönetimlerle idare edilen ülkelerde medya üzerinde var olan zaten ağır baskılar, salgın döneminde daha da yoğunlaştı, yaygınlaştı.

Medya açısından belki de tek olumlu yan, özellikle ABD’de yerleşik düzenin yayın organları olarak bilinen New York Times, Washington Post, Los Angeles Times hatta Fox TV’nin dışındaki büyük ulusal TV şebekeleri (ABC, NBC, CBS ve CNN) gibi medya organlarının profesyonel habercilik reflekslerini güçlendirerek, yürütmeye karşı son derece etkili ve başarılı bir yayın çizgisi benimsemeleri oldu.

 

ABD’de son 10 yıl içinde zaten binden fazla günlük-haftalık gazete, çağa ayak uyduramadıkları için, kuruluş ve işleyiş yapıları sadece reklam gelirine bağlı olduğu için, ayrıca bazı özel ve yerel aksaklık ve sorunlar nedeniyle kapanmıştı.

Salgın döneminde, yerel medya yeniden eski önemini kazanmaya çalıştı, çünkü bazen bir tek hastaya, bir tek hasta yakınına bile ulaşmak, iyi bir haberin başlangıcı haline gelmişti. ABD’de büyük basın, salgın boyunca yerel medyayı desteklemeye çalıştı.

Fransa’da ise, salgın döneminde, bilhassa sokağa çıkma yasağı günlerinde, gazeteler basılıp dağıtılamadığı için ülkenin tek gazete-dergi dağıtım şirketi (Eski NMPP/Presstalis) iflasın eşiğine geldi.

 

Önce bazı örneklerden yola çıkıp, meslektaşlarımızın, habercilerin konumuna bakalım:

Profesyonel gazeteci dendiğinde akla ilk gelen tanım, “Hayatını gazetecilik yaparak kazanan meslek (Profession) sahibi” olur. Oysaki Fransız sosyolog Patrick Champagne, 2016’da yayınlanan “Çifte Bağımlılık- Gazetecilik Üzerine” (Raisons d’Agir) başlıklı kitabında, profesyonel gazeteciyi “bağımsız, özerk gazeteci” olarak tanımlarken, habercinin, mesleğini kuralına uygun bir şekilde icra edebilmesi için, gerek siyasi-ideolojik güç odaklarından gerekse ekonomik kutuplardan bağımsız, özerk olması gerektiğini yazıyordu.

Bugün bir gazeteci için, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada bu tanıma tam olarak uygun bir şekilde habercilik yapmak tamamen imkânsız olmasa bile son derece güç. Neo-liberalizmin yükselmeye başladığı 1980’lerden bugüne siyasi-iktisadi-ideolojik iktidarlar, medyanın üzerine bir karabasan gibi çöktü. Eskiden beri zaten çok güçlü olmayan editoryal bağımsızlık, büyük ölçüde ilga edildi ve radyo, televizyon, gazete, dergi ve İnternet sitelerinin çoğu, gerçeği ve kamu çıkarını savunan mecralar olmaktan çıkıp sıradan birer ajitasyon-propaganda organları haline getirildi.

 

Bugün ancak küçük ya da orta çaplı kolektifler, medya organının mülkiyetini de üstlenerek, sağlam ve derin bir kamu çıkarı yanlısı editoryal politika ile doğru dürüst habercilik yapmaya çalışıyor. Artık gerçeğin değil yalan haberin, artık kamu çıkarının değil Kral’ın çıkarının savunucusu haline geldi egemen/yaygın medya.

Türkiye’deki örneklerde, gerçek anlamda profesyonel gazeteciye rastlamak çok güç. Onların bir kısmı meslekten ayrılmak zorunda, bazıları sürgünde, geri kalanı da cezaevlerinde.

Bağımsız olmadıkları için baştan beri iktidarın propaganda aracı/memuru gibi çalışan bu ‘’gazeteciler’’, Erdoğan yönetiminin salgın krizini çok iyi yönettiği yolunda haber ve yorumlar yazmanın dışında bir iş yapmadılar. Maske skandalını, yurtdışına gönderilen sağlık malzemelerinin başına gelenleri, doktorların çektiği sıkıntıları biz bir avuç dürüst gazetecinin çabaları sayesinde öğrenebildik. Ama esas olarak bu haberler yabancı basında yayınlandı.

Global medyada yer alan Covıd-19 istatistikleri, Ankara’nın başarısızlığını, Türkiye’yi vaka ve ölüm sayısında hep ilk onda gösteriyordu. Üstelik TC Sağlık Bakanlığının yayınladığı rakamların gerçeği yansıtmadığı doktorlar ve uzmanlar tarafından açıkça belirtildi.

İktidar yanlısı basına inanacak olursak, Erdoğan rejimi, Suriye’de de, Libya’da da, Coronavirus’e karşı mücadelede de destanlar yazıyordu. Ne var ki, somut gerçekler ve rakamlar bu iddiayı tekzip ettiği gibi, Türkiye’de sahada temsilcileri, büroları, muhabirleri bulunan yabancı medya kuruluşları, yerli ve milli medyanın bu haberlerine hiç rağbet etmedikleri gibi tam aksi yönde yayın yaptılar.

 

Yönetim sıkıştıkça bir yandan muhaliflere baskıyı yaygınlaştırıp yoğunlaştırdı bir yandan da propagandanın dozunu arttırdı.

Bizde, Osmanlı zamanında olsun ama özellikle Cumhuriyet döneminde devlet ve hükümetler, her zaman propagandaya yani kendini övmeye önem verdi. Olumsuzluklar baş gösterdiğinde, ufak at da civcivler de yesin misali, yalan kampanyalarıyla kendini haklı çıkarmaya ya da en azından kurtarmaya çalıştı. Propaganda, zayıf düşünce, rakibi karşısında somut anlamda, siyasi/ideolojik/askeri alanlarda yenilgiye doğru yol alırken, düzey atlar ve tahayyülü imkânsız vecizler yumurtlar. Normal. İktidarı kaybediyorsun, ama devletin üst yapı kurumlarını hâlâ az çok sen yönlendiriyorsun, maaşlı memurların, ücretli gazetecilerin var. Son bir hamle yapıp, iktidarını sürdürebilmek birazcık uzatabilmek, egemenliğini yitirmemek için, “Hiç olmazsa, kamuoyu nezdinde hâlâ güçlü olduğumu öne süreyim ki, rakiplerim afallasın, şaşırsın” demiştir sabık istibdat rejimlerinin yetkili ve sözcüleri. Böyle davranarak aslında kendileri de bir şey kazanamayacaklarını biliyordur. Çünkü zemin ayaklarının altından çoktan kaymaya başlamıştır. Ama ne zararı var biraz ajitasyonun! Hele bu ajit-propa inanıp sokağa dökülebilecek bir kitle varsa arkanda, pek temkinli olmayan bir şekilde onlara güvenip gövde gösterisi yapabilirsin. Ama son yaklaştıkça arkanda sandığın kitle, çoktan senin karşına dikilmiştir bile. Son kamuoyu anketleri AKP seçmenlerinin önemli bir kesiminin artık AKP seçmeni olmadığını gösteriyor.

 

Salgın döneminde habercilik faaliyeti bir yandan somut kısıtlamalar bir yandan yeni ihtiyaçlar nedeniyle bazı değişiklikler yaşadı. Bizim medyada az sayıda örneğine rastladık ama Batı medyasında insan odaklı tanıklıklar, doktor, hemşire, hasta, hasta yakınlarının tanıklıkları düz haberin özellikle de resmi açıklamaların veremeyeceği bilgileri verdi. Bold italik olarak dizilen satırlar, Batı dünyasının 6 büyük gazetesinde (NY Times, W.Post, LA Times, Guardian, Le Monde, Libération) yayınlanan tanıklıklardan birkaç örnek:

 

Annem bu aralar çok meşgul, ölüme hazırlanıyor

Düzenli olarak izlediğim üç Amerikan, bir İngiliz ve iki Fransız gazetesinde, aslında uzun zamandır vardı, ama Covıd-19 salgını döneminde daha da arttı, önem ve değer kazandı. Bir gazetecilik/haber türü olarak “Tanıklık”tan söz ediyorum. Röportaj değil, söyleşi değil, tanıklık.

 

Ölen sizin çocuğunuz olana kadar açıklanan resmi ölü sayısı size hep düşük gelir

Virüs nedeniyle bütün mesleklerin icrasında olduğu gibi gazetecilik de zorlaştı. Muhabirler, haber kaynağı ile yüz yüze temas edemiyor, sokağa çıkamıyor, çeşitli kısıtlamalar nedeniyle haber kaynağına ulaşamıyor. Bu engelleri telefon, Skype gibi araçlarla aşmaya çalışsak bile, canlı temasın yerini tam olarak tutmuyor bu teknolojik yardımcılar.

 

Elimize silah vermeden bizi cepheye sürdüler

Medya organlarının ayrıntılı bir içerik dökümünü yaptığımızda, ülkeden ülkeye değişir tabi ama, resmi makamların açıklamaları büyük yer tutar çoğu zaman. Başkan dedi ki, Bakan açıkladı, Vali bildirdi…türünden haberler.

Bunlar kuru, soğuk, ruhsuz açıklama ya da demeçler. Takım elbiseli, kravatlı, asık suratlı, sert sözler. Şunu yap, bunu yapma, şöyle başarı kazandık böyle zafer elde ettik…vs… Geriye kalan, haber diye yayınlanan yazılara baktığımızda, son yıllarda yüzde 50’den fazlasının Halkla İlişkiler şirketleri tarafından hazırlanan bildiriler olduğunu görüyoruz. Hele ekonomi sayfalarında.

 

Acil serviste hiç bu kadar yoğun ve gergin çalışmamıştık

Oysaki haber, yani yurttaşların kendi yakın çevrelerinde, mahallede, kentlerinde, ülkelerinde ve dünyada ne olup bittiğini öğrenmek için kaleme alınan metinler. Haber, sokaktan, insandan yani hayattan uzaklaşıp koptukça anlamsızlaşıyor, işlevsizleşiyor, kısacası cazibesini kaybediyor ve okunmuyor.

 

Morgda yer kalmamıştı, babamın cenazesini koridorda torba içinde zor bulduk

Oysaki okur, gazetede, radyo ve TV’de, İnternet sitesinde az çok kendisini görmek/bulmak ister, kendisine benzeyen insanların ne durumda olduğunu, neler yaptığını merak eder. Bunun tarih, coğrafya ya da milliyet ırkla filan da doğrudan bağlantısı yok. Rojava’daki bir genç mesela, yaşıtı bir Basklının salgına karşı nasıl tedbir aldığını okursa haberde, memnun olur. Çünkü bilgilenmiştir. Hem de eşdeğeri bir insanın tecrübesinden yeni şeyler öğrenmiştir. Keza dünyanın herhangi bir kentindeki bir doktor ya da hemşire, 1918 İspanyol gribi döneminde o zamanki meslektaşlarının hastaları nasıl tedavi ettiğini anlatan bir haberi, söyleşiyi bugün ilgiyle okur.

 

Bize elinizi sürekli olarak sabunla yıkayın diyorlar, bizim evde su yok ki!

Tanıklıklar, resmi makamın açıklamaları ya da uzman görüşünden çok daha fazla hayatla iç içe. Muhabir, ulaştığı kaynağa, bazen sorular sorarak, muhatabının konuları açmasını teşvik eder bazen de sadece mikrofonu tutar, kaydeder.

Modern gazetecilik teori ve uygulamalarında, muhabir ve editörün rolünü, mümkün olduğu kadar aza indirmek önemli. Böylece öyküyü ve öykü kahramanını daha çok ön plana çıkarmak kolaylaşıyor. Çünkü muhabir de, editör de aslında, okur ile haber kaynağı arasında, taşıyıcılık işlevini yerine getirirken bir yandan da bir filtre, bir düzenleyici hatta müdahaleci bir unsur olabiliyor. Tanıklığın doğallığını korumak için muhabirin/editörün çok az müdahale etmesi lazım. Muhabirin mahareti kamerasını, mikrofonunu ne zaman, nasıl, nerede, kime çevireceği/uzatacağıyla ilgili. Editör de, önce muhabiri doğru kişiye/mekâna yönlendirecek sonra da hammadde olarak önüne gelen bilgileri, özünü/doğasını koruyarak, kolay okunabilecek bir haber formatına sokacak.

 

Ablam hemşire idi, üç hastanede test yaptıramadı, dördüncüye gitti ve morgdan çıktı

Tanıklık, anlatı aslında 60’lı 70’li yıllarda ABD’de gelişmeye başlayan New Journalism akımının bazı özelliklerini andırıyor, belki de yeni bir versiyonu. New Journalism, yazarın kendi izlenim ve yorumlarını da kattığı ayrıca haberin geleneksel uzunluğundan daha uzun olduğu bir tür. Tanıklıkta ıvır zıvıra yer yok, uzatma kimse okumaz, ayrıca okur, senin, Bay/Bayan Gazeteci, izlenim ve yorumlarını merak etmiyor, olayın kahramanının başından geçenleri, anlattıklarını okumak/dinlemek istiyor. Kuşkusuz tanıklıklar, doğrulanmış haber ve geniş açılı uzman görüşlerinin bir tamamlayıcısı olarak konumlanmış durumda.

 

Hastaların bakışlarında panik vardı

Bu aralar sadece Türkiye’de değil bütün dünyada insan hayatı sıradan bir rakam derecesine düşürüldü. Oysaki kayıp giden her can’ın ve taburcu olan her hastanın arkasında çoğu zaman olağanüstü öyküler var: Kimdi? Ne iş yapardı? Nasıl bir ortamda yetişmişti? Eşi-dostu ile ilişkileri nasıldı? Karısı/kocası, çocukları var mıydı? Virüsü nasıl kapmıştı? Önce evde sonra hastanede COVID-19’la nasıl mücadele etti? Taburcu olduğu gün neler yaptı? Daha onlarca soru.

 

Evde çocukla oynamaktan bıktım!

Bu tanıklıkların en önemli yanı, düz haber, resmi açıklamalardan en değerli farkı, çok zengin insani duygular içermesi. Kızgınlık, hayal kırıklığı, umut, sevinç, acı, çaresizlik…vs…Kimi zaman bazı kültürlere göre mahremiyete giren bilgiler de içerebiliyor bu tanıklılar. Ve her öykünün kahramanı, öyküsünü kendi üslubuyla anlatıyor. Yüz tanıklık yüz farklı tarz… Ve bu öykü, hem de kaliteli bir öykü, mesela bir Sait Faik öyküsü gibi okunuyor. Ustanın adliye röportajlarını içeren “Mahkeme Kapısı” kitabını her gazeteci mutlaka okumalı.

 

Tecrit nedir bilirim. 20 yıl hapis yattım.

Tanıklıkların resmi nitelikli haberlere oranla çok önemli bir farkı daha var: Bağımsız birey, kimi zaman abartsa ya da küçümsese de, sonuç olarak kendi başından geçenleri anlatıyor. Aktardıkları gerçeğe çok yakın. Resmi haberler ise iktidarın çıkarlarını, liderin prestijini ve daha birçok çıkar boyutunu da kapsamak zorunda. Bu nedenle de gerçeği genelde yansıtmıyor.

Meslek büyüğümüz Varlık Özmenek, belki 10-15 yıl önce, tanıklıkların haber değerini çok güzel formüle etmişti: “Çocuklar, habercilikte artık bu meşhur 5N1K yetersiz kalıyor. Habere mutlaka 5D’yi katmak gerek!” Varlık abinin 5D dediği beş duyu.

 

 

 

 

Salgının ilk günlerinde, sokağa çıkma yasakları henüz başlamamışken, eskiden de az çok başvurulan bir habercilik formatı olan Vox Pop, yani ayaküstü söyleşiler ya da kaldırım söyleşileri hem Batı medyasında hem de bizde yaygındı.

Bizde son dönemlerde özellikle Covid-19 konusunda yayınlanan Vox Pop’lar birçok kesimin tepkisini, hatta nefretini çekti. Bazı köşe yazarları da bu konuda görüşlerini belirtirken bu söyleşilerin “Anadolu’nun irfanını” yansıtmadığını filan öne sürdü.

Sokaktaki insanın bu kısa söyleşilerde dile getirdiği içerik konusunda değerlendirme yapmadan önce işin mesleki yanına değinelim:

* Vox Pop, yurttaşların görüşlerini açıklayabilmeleri için ilke olarak olumlu bir mecra. Ülkenin, toplumun ne düşündüğünü, ne tasarladığını, neye ne şekilde tepki verdiğini öğrenebilmemiz açısından yararlı bir yöntem.

* Ne var ki, her işin olduğu gibi Vox Pop’un da kuralları, ilkeleri var. En önemlilerini saymak gerekirse:

  • Yurttaşa sorulan sorunun açık uçlu, kısa ve sade olması gerekir. Soru dili nötr olmalı. Yargı içermemeli. Yönlendirici olmamalı.
  • Vox Pop, alış-veriş yapan, sokakta acelesi olan insanlardan çok, rahat ortamlarda, mesela kahvelerde, parklarda o sırada başka bir meşgalesi olmayan insanlarla yapılmalı.
  • Muhabirin, gündeme getirdiği konu hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olması gerekir. Bu bilgi yurttaşla tartışmaya girmek için gerekli değil. Yurttaşın cevabındaki olası tutarsızlıkları, yanlışlıkları yine yeni bir soruyla ortaya çıkarması/açması için gerekli.
  • Muhabir, Vox Pop yaparken esas olarak kendisinin ya da kanalının görüşlerini savunanları medyaya çıkarmaya uğraşmamalı. Çünkü Vox Pop’ta amaç, yurttaşın kendi görüşünü özgürce, rahatça açıklayabilmesini sağlamak.
  • Muhabir, herkese aynı soruyu sormalı ve mümkün olduğu kadar fazla sayıda yurttaşla görüşmeli. Editör bilahare yayınlanacak Vox Popları seçerken farklı görüşleri seçmeli.
  • Muhabir, ilk başta, görüşünü alacağı yurttaşa medyasının adını bildirmeli, çekim ve yayın için yurttaşın onayını almalı.
  • Muhabir, soru sorduğu kişinin, adını soyadını sormalı, onay verirse bunu alt yazıda yayınlayabilir. Ama daha önemlisi yurttaşın mesleğini mutlaka öğrenmeli. Emeklilik konusunda bir Vox Pop yapıyorsa, kuşkusuz bizzat kendisi emekli olan bir yurttaşın görüşü/cevapları emekli olmayan bir yurttaşa kıyasla daha önemli ve değerlidir. Tüm toplumu ilgilendiren konularda bu tür bir mesleki sorgulamaya gerek yok. Mesleği ne olursa olsun her yurttaşın kamusal konularda görüş belirtmeye hakkı var.
  • Muhabir, kamu alanında, bir yurttaşın görüşlerini paylaşmayan, itiraz eden, katkıda bulunmak isteyen, soru sormayı dileyen başka yurttaşlar da çıkarsa, mikrofon ve kamerayı onlara da çevirmeli böylece daha zengin, daha renkli bir tartışmanın yaşanmasını sağlayabilir. Kutuplaşma, karşılıklı suçlama ve hele hakaret gibi şiddet belirtileri gösterirse tartışma, önce katılımcılar yatıştırılmalı, özgür-demokratik bir fikir tartışması ortamı sağlanmalı, olmuyorsa çekime hemen son vermek gerekir.

 

Muhabirin dikkat etmesi gereken bir kaç nokta daha var. Editörün, yani tüm bu Vox Pop’ları yayına verecek olan sorumlunun yükümlülüğü daha ağır. Yürürlükteki yasalara aykırı olmadıkça, yurttaşların tüm görüşlerini, farklı bakış açılarını dengeli bir şekilde yayınlamak gerekir. Görüş çeşitliğine ve eşit süreye dikkat edilmeli.

Buraya kadar yazdıklarım işin az çok ideal, teorik yanları. Bizde yayınlanan Vox Pop’lara baktığımızda ek önlemler gerektiğini anlıyoruz.

“Biz Türküz, Koronavirus bize bir şey yapamaz”, “Korona, Müslümanlara dokunmaz”, “Yok öyle bir virüs bu tamamen İsrail ve Amerika tarafından organize edilen bir komplo”, “Ne demek camileri kapatmak, kapıları kırar gireriz içeri!”, “Niye çıkmayacakmışım ki sokağa?” türünden cümleler kuruyor bazı yurttaşlar, biz de bunları izliyoruz.

Yeni, özgün, değişik, farklı her bilgi, her açıklama otomatik olarak haber değeri taşımaz. Saçma sapan, uydurma, hurafe, somut bir bilgiye dayanmayan egzotik söylemlerin de haber değeri yoktur. Bir bilgiye, bir görüşe haber değeri veren esas iki unsur doğruluğu ve kamu çıkarına hizmet edip etmediğidir. Vox Pop’ta haber kurallarını uygulamak zorunda değiliz. Uygularsak bu cümlelerin hiç birini yayınlamamak gerekir.

 

Haber değeri taşımasa da bu Vox Pop’ları yayınlamak doğru mudur?

Gazeteciliğin en zor yanlarından biri, kime neyi nasıl anlatacağımız meselesidir. Gazete dergi, radyo, televizyon ya da İnternet sitelerinde çalışıyoruz. Çalıştığımız kurum, büyük ve zengin ise söz konusu medya organı hakkında dışarıdan uzman şirketlere kamuoyu araştırmaları yaptırarak kendi okuru, dinleyicisi, izleyicisinin profili hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Bu kitlenin yaşı, mesleği, sosyo-ekonomik konumu, eğitim düzeyi bize, ayrıntılı olmasa da, hitap ettiğimiz kitle hakkında bazı ipuçları verir. Batı’da 400 yıldır gazetecilik yapıldığı için gazeteler, hiç olmazsa ilk aşamada popüler/ciddi ya da upmarket/downmarket diye kategorilere zaten ayrılmıştır. Gazetenin kimliği ve yayın politikası da okurun niteliğini az çok belirler. İngiltere’de, Boris Johnson’a oy veren, dar gelirli ve az eğitimli bir kişi Guardian okumaz mesela. Ya da Cambridge’de bir ekonomi profesörü her sabah para verip Sun gazetesi almaz. Bizde de Yeni Akit abonesi ile her gün Sözcü gazetesini okuyan yurttaşların farkını herhalde hepimiz biliyoruz.

Ne tür bir medyada olursa olsun Vox Pop yayınlarken özen göstermemiz gereken yaklaşımları sıralamaya çalışayım:

  • Açık olarak yani tartışmasız bir şekilde gerçek olmayan bilgi ve görüşlerin, kamu çıkarına zarar verecek bilgi ve görüşlerin yayınlanmaması gerekir. Aksi takdirde yanlış, kusurlu, eksik hatta zararlı bir bilgi ve görüşün medya aracılığıyla yaygınlaşmasına, çoğalmasına hatta belki de meşrulaşmasına hizmet edersiniz.
  • Vox Pop, genel olarak toplumun hissiyatını aktarmayı ya da hiç olmazsa toplumun genel eğilimlerini daha doğru bir deyişle toplumdaki farklı görüşleri yansıtmak amacını taşıyorsa, yayınlanacak kısa söyleşilerde denge kurarken, hali hazırda toplumdaki azınlık ve çoğunluk görüşlerini de hesaba katmakta yarar var. Vox Pop olmasa da habercilik ya da tartışma programlarından iki somut örnek: Son 50 yılda girdiği bütün seçimlerde yüzde 1’e bile ulaşamamış bir partinin sözcüsüne, haftada toplam belki 5 saat yayın süresi tanıyorsanız, burada bir haksızlık, bir yanlışlık var demektir. Ya da bu torpilin/kayırmanın siyasi çıkarla bir ilgisi var demektir. Ya da son seçimlerde yaklaşık 6 milyon oy alan bir Parti’nin sözcü ya da seçmenlerine bir haftada toplam sadece 10 dakika süre ayırırsanız, buna da en hafif deyimle o siyasi görüşe ambargo uyguluyorsunuz demektir. Yurttaşın medyaya olan güveni, medyayı inandırıcı bulup bulmaması, medyada izledikleri ile gerçek hayatta yaşadıklarını, görüp duyduklarını kıyasladığında ortaya çıkıyor.
  • Medya, hangi görüşün “Anadolu İrfanı”na uygun olup olmadığını saptayıp, denetleyecek kurum değildir. Beğenmediğimiz, karşı çıktığımız görüşlerden söz etmiyorum. Objektif olarak yanlış, bilim dışı, kamu çıkarına zarar veren saptama ve görüşlerden söz ediyorum. Evet, biliyoruz, bu tür görüşler Türkiye’de okumuş ve cahil kesimde yaygın. Bu tür fikirler de çoğu zaman dini bir maske arkasından savunuluyor, yaygınlaştırılıyor. Aslında sıradan yurttaşlar bu tür görüşleri ifade ederken, daha çok iktidar sözcülerinin açıklamalarından esinleniyor, hatta onların söylediklerini tekrar ediyor. Şimdi bakın… Coronavirus’e karşı önlem olarak “Sabır ve Dua” öneren bir lideriniz varsa, sizin de “Korona Müslümanlara işlemez” deme hakkınız vardır. Türkiye’deki egemen medya, toplumun çeşitli kesimlerinin değil, esas olarak hatta çoğu zaman yalnız iktidarın görüş ve açıklamalarını yayınlıyorsa, Vox Pop’ta saçma sapan konuşan insanlara da çok kızmamak gerekir.
  • Doğru bir medya, toplumdaki olumsuz görüşleri sansür eden bir medya olamaz. Yapılması gereken, gerçeğe ve kamu çıkarına aykırı görüşleri olduğu gibi neredeyse onaylarcasına yayınlamak değildir. Bu olumsuz görüşlerin hemen arkasından bilimsel ve kamu çıkarına uygun görüşleri yayınlamak bir çare olabilir. Ki toplumda böyle düşünen, konuşan insanlar neyse ki hala mevcut. Diyelim ki muhabir, sadece olumsuz görüşlerden oluşan Vox Pop’lar topladı. Karşı görüşte yurttaş bulamadı. O zaman ille yayınlanacaksa bu saçmalıkları, mutlaka yayının sonunda bir sosyolog, bir siyaset bilimcinin, bir kamuoyu araştırmacısının değerlendirmelerini eklemek gerekir. ‘Bu insanlar neden böyle konuşuyor? Bu görüşlerin toplumdaki etkisi ne? Çoğunluk mu azınlık mı? Bu görüşleri geçersiz kılmanın yolu yöntemi nedir?’ sorularına verilecek ciddi cevaplarla hem yurttaşların sesi duyurulmuş olur hem de bu görüşlerin yanlışlığı, tutarsızlığı açıklanmış olur.

Ben şahsen, Türkiye toplumunda bu fanatik, mutaassıp, tutucu, bilimdışı, hurafelere dayalı görüşlerin ezici bir çoğunlukça desteklendiğini sanmıyorum. Kimi kesimler, yine dini gerekçelerle olsa da bu tür yanlış görüşlere açıkça karşı çıkıyor. Geri kalanlar ise bu saçmalıklara inanmıyor, kimisi gülüp geçiyor, kimisi cehaletin yaygınlığı konusunda üzülüyor, kızıyor. Coronavirus’de vaka ve ölüm sayısı arttıkça bu görüşlerde de net bir azalma görüldü.

 

Medyanın önemli bir misyonu, bu tür anlamsız, gerici, bilim dışı görüşlere, hurafe ve batıl inançlara karşı somut, ciddi, açıklamalı/gerekçeli alternatifleri sunması.

Şunu da unutmamak lazım ki, medya okur-yazarlık düzeyi yüksek olmayan yurttaşların çoğunluğu, medyayı yeni bir haber ya da farklı görüşleri öğrenmek için izlemiyor. Bu kesimin zaten bir dizi önyargısı ve basmakalıp fikirleri var, çoğu da egemen ideolojinin ürünleri. O kategorideki yurttaşlar, medyayı esas olarak kendi “bilgi” ve görüşlerini onaylatmak için izliyor: “Bak zaten medya da benim gibi düşünüyor!”, “Benim 2 gün önce söylediğimi yazmış bugün köşe yazarı!”

Sokak röportajlarının sokağı gerçekten olumlu bir şekilde yansıtabilmesi için, bazı durumlarda, kamu çıkarı güden görüşlere pozitif ayrımcılık da yapılabilir, yapılmalı.

Medya patronu ile gazeteciler arasındaki ilişkiler her zaman sorunlu olmuştur. Hele patron milletvekili ya da siyasi bir etiketi varsa ya da büyük bir başka şirketin de sahibi ise, habercilik alanı büyük ölçüde daralır. Kısacası habercilik yapamaz olurlar. Söz konusu medya organları artık kamuya doğru bilgi ve zengin yorum sunan bir araç olmaktan çıkar, patronun, bir şirketin ya da iktidarın reklam ve propaganda aracı haline dönüşür. Şimdi biri olumlu (New York Times) diğeri olumsuz (Bloomberg) iki örneğin ayrıntıları.

 

Medya dünyasının ürettikleri, aslında hakiki dünyanın çarpıtılmış, abartılmış, küçültülmüş her halükârda tahrif edilmiş bir versiyonu. Adam, yüzlerce yıl önce saptamış: Aynı nehirde iki kere yıkanamazsın! Demem o ki, gerçek hayatta her şey… savaş, basın toplantısı, maç, gösteri…sadece bir kere oluyor. Dolayısıyla mümkün değildir onu olduğu gibi tekrar etmek. Tekrarın tekrarı ise hiç mümkün değil.

Sonra medya alıyor bu hakiki gerçeği, allıyor pulluyor, şekle şemale sokuyor, bazen şık elbiseler giydiriyor, bazen de çırılçıplak soyuyor ve bize haber diye, yorum diye, sentez-analiz diye sunuyor. Pazarlıyor, satıyor. Bazen de bize en gerekli hayati gerçeği görmezden geliyor.

Medyada okuduğumuz, izlediğimiz her şey, hakikatin ikinci el, yani kullanılmış, yani yeniden üretilmiş bir kopyası. Hakikat sadece hayatta var, medyada yok. Medyada hakikatin gölgesi, kopyası, organik ve genetik olarak değiştirilmiş kiralık görüntüsü var.

Léo Ferré, “Les Temps Difficiles” (Zor Zamanlar) şarkısında bu gerçeği fena faş eder:

Gerçekle karşılaşmak için/ Taa televizyona kadar gittim/Bana orda sordular: Kimi aramıştınız?/Gerçeği, dedim/ Yok öyle birisi burda, dediler/Zor zamanlar zor”

Özellikle görsel iletişim teknolojisinin olağanüstü geliştiği ama aynı zamanda her türlü hile ve hurdaya da olanak sağladığı çağımızda, gazetecinin temel meselesi, hakiki gerçeği medyatik/sanal gerçeğe en doğru nasıl tercüme edeceği… Son dönemlerde dünya medyasında, bizdeki Teyit.Org türünden haber/bilgi doğrulama platform ve sitelerinin çiçek gibi açıp artması biraz da bu yüzden ve bu nedenle önemli.

 

Yerli yabancı gazeteleri okurken öyle acayip yazılarla karşılaşıyorum ki, şaşırıyorum yani…

İki örnek: Birincisi, ekonomi ve maliye konusunda global çaptaki en büyük haber ajansı Bloomberg ile ilgili bir haber. 1981 yılında New York’ta milyarder Michael Bloomberg tarafından kurulmuş bu holdingin TV kanalları var, İnternet siteleri var. Bünyesinde 2700 kadrolu gazeteci çalışıyor. M.Bloomberg, 2002-2013’de New York Belediye Başkanı idi. Şahsi servetinin 64 milyar dolardan fazla olduğu tahmin ediliyor. Kendisi bugün 78 yaşında ve Demokrat Parti’den Başkan adayı. Olağanüstü medyatik bir kampanya yürütüyor. Pek fazla bağış topladığı yok, ama şimdiye kadar kendi cebinden 500 milyon dolar harcadığı biliniyor. Adam, (Aslında hıyar diyecektim ama salatalığa ayıp olur diye adam diyorum) fütursuz: “Maaşını verdiğim gazetecilerin benim hakkımda olumsuz yazılar yazmasını istemiyorum. Onların bağımsız olmalarını istemiyorum.”. Geçen yıl yaptığı bu açıklama anlaşılan yeterli görülmemiş ki Bloomberg yönetimi 2-3 ay önce bir genelge yayınladı ve Amerikan Başkanlık seçim kampanyasının nasıl izlenip aktarılacağını madde madde yazdı: Sadece düz haber vereceğiz. Biz Bloomberg olarak, Mike aleyhinde hiçbir haber ya da yorum yayınlamayacağız. Başka medya organlarında çıkan yazıları iktibas edebiliriz. Trump’ı eleştirmek serbest! Mike’ın serveti ve özel hayatı konusunda hiçbir haber, yazı girmeyecek!

 

Yeteri kadar açık mı arkadaşlar?

Yeah that’s it babe!

Ajansın Genel Yayın Yönetmeni John Micklethwait, bu durumu pek de nazik ve diplomatik bir dille “Bu seçim kampanyasını izleyip aktarmanın bizim için kolay olacağını iddia etmek yararsızdır” diyerek açıklamış.

Öptüm John, geçmiş olsun, en kısa zamanda sağlığına kavuşman dileğiyle… İstifa, eeeııı.. nasıl denir İngilizcede?

M.Bloomberg, son olarak CBS televizyonundaki söyleşisinde konuya açıklık getirdi: “Eğer maaş alıyorsanız, bu size bir dizi kısıtlama ve sorumluluk getirir.” Tetikçi etiği… N’oluyooo, bizim bu taraflardan bir ses mi çıktı?

 

Yine de kabul edelim, Amerikan kültürünün “pudique ve puritaine” (İffetli ve utangaç ama bağnaz) yapısı nedeniyle adamlar (Salatalıklar!) yine de hiç olmazsa açık ve net. Kimileri gibi “Bizdeki basın özgürlüğü dünyada hiçbir ülkede yok!” diye yalan söylemiyor. Michael Bloomberg, Demokrat Partinin ön seçimleri tamamlanmadan adaylıktan vazgeçti de, Bloomberg’deki gazeteciler biraz olsun rahat nefes alabildi.

İkinci örnek çok hoş: New York Times gazetesinin yeni Medya yazarı Ben Smith, bence şahane bir iş yapmış. İlk yazısının başlığı “New York Times’in başarısı gazetecilik için neden kötü bir haber olabilir.”Yazının ilk satırı da medya tarihine geçecek olgunlukta: “New York Times’ın patronu A.G. Sulzberger ile ilk karşılaştığımda onu işe almaya çalıştım.”

Önce Smith’in İnternet gazeteciliğinin parlayan yıldızı BuzzfeedNews’in kurucu patronu olduğunu hatırlatalım. 6 yıl önceki bu ilk görüşmede Ben, bugün artık patronu olan adamı, özellikle İnternet gazeteciliği ile geleneksel gazeteciliği nikâhlamak amacıyla Buzzfeed’de işe almayı denediğini yazıyor.

 

Smith köşesinde, NYT’ın gazetecilik/habercilik dünyasında, İnternet/Podcast evrenine de girerek neredeyse bir tekel haline geldiğini yazıyor. Yeni medya yazarı, ABD’deki toplam kadrolu gazeteci sayısının 38 binden 20 bine düştüğünü hatırlattıktan sonra NYT’de 1700 gazetecinin çalıştığını bildirmiş. NYT’ın elektronik versiyonuna paralı olarak abone olan okur sayısı, Washington Post, W.S.Journal ve 250 yerel Amerikan gazetesinin toplam abone sayısından daha fazla. Son rakam 7.4 milyon! Kısacası piyasanın tartışılmaz lideri. Bizi, meslektaşları yakından ilgilendiren bir ayrıntı: NYT’da işe yeni başlayan genç bir muhabirin yıllık maaş ortalaması 104.600 dolar. (Evet, yazıyla yüzdörtbin altıyüz dolar) Moralimiz bozulmasın diye TL’ye çevirmiyorum.

Yanlış anlaşılmasın, NYT tabi ki mükemmel bir gazete değil. (Mutlu aşk yoktur!) Yayın politikasını sağdan soldan eleştirmek mümkün. Ama Bloomberg, açıkça “Ben sahibimin sesiyim” derken, NYT’ın kendi sayfalarında, gazetenin böyle eleştirilmesini doğal karşılaması örnek bir tutum değil mi?

 

Covid-19’un gazeteciliğe çıkardığı zorluklar bir yana, aynı zamanda haberciler ve tabi ki yurttaşlar yeni tür bir sansürle karşılaştılar. Özellikle sosyal medya üzerinden kamuoyunu etkilemek için özel uygulamalar, özel algoritmalar çoktan devreye girdi.

Sadece iletişim uzmanları değil, bilgisayar programcıları, siyasal bilimciler, sosyologlar ve tarihçiler de günümüzde git gide önem kazanan bir olgu üzerine düşünüyor, tartışıyor: Sosyal Medya’nın yeni ve farklı bir sansür hatta diktatörlük odağı haline gelmesi…

Fransız siyasi mizah gazetesi Charlie Hebdo’ya yönelik katliamın 5. yılında yeniden canlanan tartışmanın kuşkusuz siyasi bir geçmişi/alt yapısı var.

 

Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasının ardından tek kutuplu dünyanın başat ideolojisi olarak su yüzüne çıkıp kök salan ve genişleyen neo-liberalizm, sadece sağcı, geleneksel ya da eski tip liberal siyasal akımları etkilemekle kalmadı, sosyal-demokrat güçleri de kendine benzetmeye çalıştı. Bu dönüşümün en net gözlemlendiği ülke Tony Blair’in İngiltere’si oldu.(1997-2007) Sosyal-demokrasiyi piyasa koşullarına uyarlamak için çok çaba harcayan Blair, neo-liberal politikalara yol verdi hatta bizzat kendisi neo-liberal oldu. Çünkü Blair tipi sosyal-demokrasi, toplumsal adaletsizliğe, sınıfsal eşitsizliğe karşı mücadeleyi, aşırı Marksist bir yaklaşım olarak algıladı. Bu nedenle de toplumsal, ırksal, azınlıklar hatta alt-azınlıklar ve mikro azınlıklar ile toplumsal cinsiyet dünyası ve çevre gibi alanlara ağırlık verdi. Blair modeli sosyalizm, toplumu sınıf temelinde yatay bir şekilde değerlendirmeyi reddedip, dikey parçalanma ile toplumsal cinsiyet, ırk, kimlik temelinde bir bölünme olarak algıladı. Böylece feminist-anti feminist çelişkisi emek-sermaye çelişkisinden daha önemli hale geldi. Keza burjuva-proleter çelişkisi yerine beyaz adam-Afrikalı çelişkisi ön plana çıkarıldı. Kadın hakları, çocuk hakları, çevre hakları gibi önemli mücadele alanları da sınıfsal temelinden tamamen koparıldı böylece.

Zaten “Politically Correct” denen “Siyasal olarak Doğru” kavramı ve uygulaması da bu anglo-sakson zihniyetin bir ürünü. Düşünce ufkunu, eleştiri sınırını daraltan bir kalıp. Onu yaparsan ayıp, bunu söylersen utanman gerekir!

Herkes aynı tornadan çıkacak.

Solun, sosyal-demokrasinin bu yozlaşma süreci ile teknolojik alanda İnternet’in etkin ve popüler hale gelmesinin denk düşmesi tesadüf değil.

Eski kamu alanı, eski kamu çıkarı, eski birey, eski özgürlük kavramları bir sis bulutu ardında kayboldu ve neo-liberalizmin Tek Düşünce fikriyatı egemen ideoloji haline geldi. Bu iktidar değişikliğinin sosyal medyadaki yansıma ve tezahürleri ilginç ve anlamlı.

Eskiden iktidar odakları olarak Devlet, Ordu, Dini Makamlar, Ekonomik güçler vardı. Sansür de işte bu güçlerin faaliyetiydi. Bu Dörtlü Çete bugün gücü yettiğince işine gelmeyen bilgileri, yazıları, resimleri, görüş ve fikirleri meşru olmasa da yasal yollarla sansürlemeye çalışıyor. Ne var ki, ilk bakışta merkezsiz, Başkansız gibi görünen, sahibi/yöneticisi yokmuş sanılan ve her yurttaşa açık olduğu varsayılan sosyal medya özellikle düzen karşıtı, muhalif, hakiki solcu, Marksist, Anarşist ve genelde azınlık fikirlere teknoloji sayesinde (Algoritmaların çoğunluk istibdatı, reklam blokajı ve Paranın Gücü) sansür uyguluyor. Söz konusu görüşler sosyal medyada ya hiç görünmüyor ya da ortaya çıktığında hemen diplere gömülüyor.

Modern sinemanın en önemli yönetmenlerinden Jean-Luc Godard, bu yeni ortamın objektivite (Nesnellik) yaklaşımını şu örnekle açıklıyor: “Medyada objektif olmak, Hitler’e 5 dakika, Yahudilere de 5 dakika söz hakkı vermektir.” Benzeri bir anlayış Amerikan hukuk ruhunda da mevcut: “Biz Ku Klux Klan (Irkçılar) örgütünü yasaklayamayız, çünkü o zaman karşıtlarını da yasaklamak zorunda kalırız. Bizde her şey serbest olmalı. İnsanlar kendilerine ne uygunsa onu seçsinler…”

 

Sosyal medyada bir başka tehlikeli tutum daha var. Birçok insan, belki de kurum, adını, resmini gizleyerek, fink atıyor bu ortamda. Artı, aslında bir tek faşistin görüşü olan kimi ırkçı fikirler, sanki binlerce insanın mesajıymış gibi yansıtılabiliyor. Sanal ortamda güç gösterisi vergiye tabi değil. Bu nedenle klavyenin başına geçen kişi, kendini çok kolay bir şekilde dünyanın hâkimi, evrenin efendisi kılığına sokabiliyor. Sanki biz çocukmuşuz gibi, önüne gelene fırça atıyor, tanımadığı insanları teröristlikle, vatan hainliği ile cahillikle ya da aptallıkla suçluyor. Sosyal medya, düzgün ve demokratik bir ortam olmadığı için burada sağlıklı bir tartışma sürdürmek mümkün değil. O zaman blokluyorsun rakibini ya da o seni blokluyor.

 

Neo-liberalizmin yarattığı yeni toplumsal bölünmelerde, aslında her biri saygıdeğer mücadele alanları olan feminizm, çocuk hakları, çevre hakları ya da hayvan hakları gibi konuların aktivistleri, meseleyi sınıf perspektifinden koparıp, dogmatik bir yaklaşımla ele aldıklarında kendileriyle hemfikir olmayanlara karşı genellikle çok sert, dışlayıcı ve itham edici bir söylem benimseyebiliyor. Bir tür yeni ve seçici mahalle baskısı oluşuyor. Bu olumlu davaların taraftarlarının yanı sıra dinci cemaatler de sosyal medyada sadece ve sadece kendi görüş ve inançlarını empoze etmek istedikleri için, kendilerinden olmayan herkese karşı düşmanca davranıyor. Hatta kimi zaman linç kampanyaları örgütleyebiliyor. Dogmasını çoğu zaman sembolik şiddetle herkese kabul ettirmeye çalışan ne yazık ki sadece dinci cemaatler değil. Sosyal medyayı ayrıntılı bir şekilde incelediğinizde, çok farklı kesimlerin dinci cemaatler gibi, baskıcı, yasaklayıcı, sansürcü bir tutum benimsediğini görüyoruz. Toplumda kutuplaşmanın yoğun ve yaygın olduğu ülkelerde bu durum insanların gözüne daha fazla batıyor.

 

Voltaire, vakti zamanında bu tehlikeye dikkat çekmişti:’’Adalet, düşünce ifade ve basın özgürlüğünü güvence altına almıştır ve korur ama toplum bu özgürlükleri yasaklayabilir’’. Çünkü hukuk ve somut olarak yasa, düşünce, ifade ve basın özgürlüğünü bir hak olarak kayda geçirmiş hatta bazı uluslararası ve bölgesel mahkeme ve divanların içtihatlarıyla teşvik etmiştir. Ne var ki, özellikle sosyal medya aracılığıyla, önce iktidar odakları ve daha sonra da çeşitli çıkar grupları kanunla güvence altına alınmış bu hakkı çok kolay bir şekilde çiğneyebiliyor.

Faustvari bir anlaşma sürüyorlar önümüze: Yaşamak istiyorsan boyun eğeceksin. Ya benim dediğimi kabul edeceksin ya da dışlarız seni! Sürüde kara koyuna yaşam hakkı yok.

Kuşkusuz sosyal medya baştan başa yani olduğu gibi olumsuz bir mecra değil. Çünkü sosyal medyada iyi, olumlu, yeni, özgürlükçü ve yaratıcı bilgi ve fikirler, kimi zaman bazı engellere takılsa da dolaşabiliyor. Ama yine aynı sosyal medyada yasakçı, baskıcı, sansürcü, şiddet ve ayrımcılığı teşvik eden mesajlar da çoğu zaman herhangi bir engele rastlamadan rahatça yaygınlaşabiliyor. Üstelik gerçek hayatın aksine, sosyal medya, herhangi bir görüşü, özellikle de sağcı, iktidar yanlısı ve ırkçı görüşleri çok kolay bir şekilde çoğaltabiliyor ya da çoğaltmış izlenimimi yaratabiliyor.

 

Sonuç olarak kadim sansür makamları belki eskisi kadar güçlü ve etkili değil ama yeni sansürcüler hem daha modern hem de daha yaygın. Bu yeni sansüre popüler ve meşru diyemeyiz. Çünkü popüler, halkın önemli bir kesimi tarafından benimsenen demek. Meşru da değil, çünkü yasal olmadığı gibi ek olarak kamunun genel hissiyatını/tutumunu yansıtmıyor. Kalabalık ve fütursuz sözcükleri yeni sansürün iki önemli kimliği.

 

Sosyal medyaya eleştiri filtremiz, sorgulayıcı gözlüklerimiz olmadan girersek, şunu yapma günah, bunu yeme zararlı, öyle davranma hayal kırıklığına uğrarsın, bunu deme çarpılırsın, şunu yazma hapse girersin… gibi uyarı kılıklı tehditlerle karşılaşıyoruz. Sosyal medya bu açıdan özgür bireyi de erozyona uğratıyor.

Yurttaş, bağımsız ve özgür olabilirse hele bir de eleştirel yaklaşımı benimsemişse neo-liberalizmin tuzaklarına düşmez.

 

Sonuç olarak, mesleğimiz salgından ağır yaralar alarak çıkıyor. Kapanan gazeteler, işsiz kalan meslektaşlar yurttaşların haber alma haklarını ihlal ediyor. Bu arada, önümüzdeki yakın gelecekte,  genel siyasi-ideolojik tabloya uygun olarak gazetecilik alanında da özgürlükçü, yenilikçi, yaratıcı ruh ve girişimler değil tam aksine, sağcı, içine kapanık, milliyetçi eğilimlerin güç kazanma tehlikesi söz konusu. İşin daha da vahim yanı, meslek kuruluşları olsun, iletişim akademisyenleri olsun, salgın sonrası medya manzarası konusunda henüz ne ciddi bir öngörüde bulunabildiler ne de plan plan-program tasarlayabildiler. Oysa ki herkes, salgın sonrası dünyanın, öyle çok tayin edici değişiklikler olmasa da, 2020 başındaki dünyadan kaçınılmaz olarak farklı olacağını şimdiden kolay tahmin edebiliyor.

 

(*) Bu yazının birçok bölümü daha önce Artı Gerçek sitesinde yayınlandı.

 

Göz atın

10 Ocak bir bayram ya da kutlanacak bir gün değil, bir dayanışma günüdür

Gazeteciler, bir 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nü daha baskı ve hak ihlallerinin tavan yaptığı bir …

ÇGD’den Bursa Büyükşehir’e ‘mal beyanı’ yanıtı: Bitlis’te 5 minare!

Bilindiği üzere, Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi’nin 30 yılı aşkındır Kültürpark içinde bulunan idari ve …