Cuma , Mart 29 2024
Anasayfa / Arşiv / Gazetecilerin örgütlenmesi hayat memat meselesidir  

Gazetecilerin örgütlenmesi hayat memat meselesidir  

 

Timur SOYKAN

Covid 19 salgınında toplumun yüzleştiği gerçeklerden biri; habersiz kalmanın ölümcül olabileceğiydi. Halka yaşamsal bilgileri ulaştırma sorumluluğu olan gazeteciler ise örgütsüzlüğün pençesinde hayati riskler ile karşı karşıya kaldı. Öte yandan salgın nedeniyle çıkarılan infaz yasasında gazetecilerin hapiste bırakıldığı bir adaletsizlikle yüzleştik. Tüm bunlara karşı çıkan sesin cılızlığı bize neler kaybettiğimizi gösterdi.

 

Yıllardır sansürün egemen kılındığı, gazetecilerin kumpaslarla hapsedildiği Türkiye’de basın özgürlüğünün yaşamsal önemini topluma anlatmaya çalıştık. Sadece gazetecilerin cezaevine atılmadığını aynı zamanda halkın haber alma ve haber olma hakkının gasp edildiğini söyledik. Hiç şüphesiz başarısız olduk. Toplumun geniş kesimleri, dördüncü kuvvetin halk adına iktidarı denetlemesi mekanizmasına hak ettiği önemi vermedi.

 

Habersizlik öldürücüdür”

Covid 19 salgınında tüm dünya doğru haberin hayati bir öneme sahip olduğu gerçeği ile de yüzleşti. Habersizlik öldürücü olabilirdi. Cumhurbaşkanı ve diğer iktidar temsilcileri salgın ile ilgili açıklamalar yaparken karşısında toplumun en çok merak ettiği soruları yöneltecek gazeteciler bile yoktu. Defalarca basın açıklamaları büyük soru işaretleri ile bitti. Bir bulmaca çözer gibi toplum gerçeği öğrenmeye çalıştı. Salgının boyutunun gizlendiği iddiaları yayılmıştı. Yıllardır gazetecilerin sadece gerçeği savunduğu için hapsedildiği, medyanın yüzde 95’inin yandaş olduğu bir ülkede bu şüphenin haksız olduğunu kim söyleyebilir?

 

“Medyadaki virüsler”

Halk sağlığının söz konusu olduğu yerde sorular soranlar, eleştirenler trollerin, polisin ve iktidarın tehditlerine maruz kaldı. Cumhurbaşkanı “Medyadaki virüsleri de temizleyeceğiz” diyerek tehdit etti.  Reyting oranları halkın iktidar yandaşı kanalları değil bilgiye ulaşabileceği mecraları izlediğini ortaya koydu. Acaba bu süreç Türkiye’ye haber alma hakkının su, yemek gibi bir ihtiyaç olduğunu öğretti mi? Henüz bilmiyoruz, yaşayarak öğreneceğiz.

 

“Ölümüne çalışmak”

Korona günlerinde gözler önüne serilen bir diğer gerçek ise dünyanın emekçilerin sırtında döndüğüydü. “Evde Kal”, “Hayat Eve Sığar” sloganları ile “Çarklar dönecek” açıklaması arasındaki yaman çelişki elbette unutulmayacak. Evine ekmek götürmek zorunda olan milyonlarca insan sosyal mesafeye izin verilmeyen koşullara mahkum oldu. Basın emekçileri de ikiye bölünen insanlığın “ölümüne çalışanlar” grubundaydı. Demirören Medya Grubu’nun Bağcılar’daki binasına “virüs girmesin” diye bahçede muhabirler ve kameramanlar için konteynırlardan bölüm yapıldı. Bütün gün sokaklarda olan gazetecilere reva görülen bu uygulama, sağlıksız çalışma koşullarının da itirafıydı. Matbaalardaki emekçiler de virüs tehdidi altında mesaiye devam ettirildi. Çalışanları koruyacak sendikal örgütlenmenin hayati önemi bir kez daha gözler önüne serildi.

 

Evden çalışmanın gecesi gündüzü yok  

Yazı işleri kadroları evden çalışma sistemine geçen medya kuruluşlarında mesainin saati kalmamıştı. WhatsApp’tan işleyen iş hayatının gecesi gündüzü yoktu. Özellikle yazılı medyadaki tiraj kaybının faturası hemen çalışanlara çıkarıldı. Ücretsiz izinler, yıllık izinleri eritme taktikleri ve işten çıkartmalar birbiri ardına geldi.

 

Sendikalı olsaydık

Tüm çelişkileri ortaya döken salgın günlerinin gazeteciler için de geride bıraktığı önemli bir soru var:

“Sendikalı, örgütlü olsaydık, haklarımız bu kadar kolay gasp edilebilir miydi?”

Yanıt zaten belli.

Üstelik sendikalı olsaydık mesleğimizin onuru olan halkın haber alma hakkını da sansürlere, baskılara karşı koruyabilirdik.

Peki, toplumun hakkını savunması gereken gazeteciler nasıl kendi haklarını savunacak örgütlenmeden mahrum kaldı. Ben 20 yıl boyunca “merkez medya”da çalıştım. Meslek hayatımın büyük kısmında sendika üyesiydim. Ancak sendikanın yetkili olduğu tek bir iş günüm olmadı. Sendikalılar olarak yetki sayısına ulaşmaktan çok uzak olduğumuz için tehdit olarak görülmüyorduk. 1990’ların başında medya patronları Aydın Doğan, Dinç Bilgin, sendikasızlaştırma harekatına başlamıştı. İşten çıkartma tehditleri ve zam teklifleriyle insanlar sendikadan istifa ettirildi. Sendika yetki çoğunluğunu kaybetmişti. Biz gazeteciliğe başladığımızda geçmişte sendika ile gelen hakları ağzımız açık dinliyorduk. İkramiyeler, çift maaşlar, erzak yardımları, patronun aklına estiğinde işten çıkartamaması…

 

Anayasal bir hakkı yasaklamak suçtur

Anayasal bir hak olan sendika, 20 yıllı aşkın süredir Türkiye medyasında bir işten kovulma gerekçesine dönüştürülmüş durumda. Bunun son örneği Hürriyet Gazetesi’nde sendikalı olduğu için 45 arkadaşımızın tazminatsız olarak işten çıkartılması oldu. Böylece Demirören Medya Grubu da Aydın Doğan’dan devraldığı hak gaspını devam ettireceğini ilan etti. Bu suça hükümetlerin de göz yumduğunun altını çizmek gerekiyor. Oysa dünyada çok sayıda örneği olduğu gibi sendikalı olma zorunluluğunun bir yasa ile düzenlenmesi çalışanları koruyabilirdi.

 

Örgütlenmek zorunluluk

Bugün sendikalı olmak için e-devlette bir dakikalık bir işlem. Medya grubunu oluşturan şirketlerde çalışanların yarısından fazlasının üye olması sendikanın yetki alması ve medya çalışanlarının haklarına kavuşması için yeterli olacak. Hürriyet’teki arkadaşlarımız bunu başardığı için patronun hileleriyle engellendi. İyi bir örgütlenme korona günlerinden sonra daha da kötüleşecek çalışma koşullarına karşı tüm gazeteciler için bir zorunluluk. Hatta Cumhurbaşkanı’nın ‘virüs’ diyerek hedef gösterdiği ve temizleyeceğini söylediği gerçeğin peşindeki gazetecilerin özgürlüğü için de yegane güvence örgütlenmektir.

 

Hapisteki gazeteciler

Koronavirüs günlerinde hapisteki gazetecilere yaşatılan adaletsizlik bu ülkenin basın tarihinde büyük bir utanç olarak hep hatırlanacak. 5 Mart 2020 akşamı Çağlayan’daki İstanbul Adalet Sarayı’nın önünde bekliyorduk. Yetkililer, henüz Türkiye’de Covid 19 vakası olmadığını söylüyor ama kamuoyundaki korku her geçen gün büyüyordu. Salgının Türkiye’de yayıldığı, ancak gizlendiği iddiaları yayılmıştı.

 

İşte o akşam susturulmak istenen iki gazeteci; Barış Terkoğlu ve Hülya Kılınç adliyenin içindeydi. Adliyenin önünde, bizim aramızda Barış Pehlivan ve Murat Ağırel de vardı. Barış Pehlivan, avukatların WhatsApp’tan yazdığı bilgileri bize aktarıyor, hepimiz çok az bir ihtimal olsa da iyi bir haber umut ediyorduk. Barışların dostluğu gazetecilikle, hakikat mücadelesiyle, bunun bedelleriyle sınanmış, kelime kelime örülmüş bir yoldaşlıktır. O gece biliyor ve görüyordum; Barış Pehlivan için yoldaşı içerideyken dışarıda olmak daha büyük bir eziyetti. Kendisinin de kısa süre içinde hapse atılacağını biliyordu.

“Cezaevinde yatmış adamı, hapisle korkutamazsınız” diyor, gerçekleri savunmaya devam edeceklerini anlatıyordu. Uzun bekleyiş sırasında devlette yuvalanan yeni çete hakkında araştırma yapan gazetecilere yönelik bir kumpasın başladığını konuşuyorduk.

 

Hep haklı çıkıp hep adliye önünde olmak

9 yıl önce de bu adliyenin önünde, duruşma salonlarındaydık. Barışlar, Odatv Davası’nın her duruşmasında gazeteciliğin suç olmadığını, yargı ile emniyette örgütlü Fetullahçıların ülke için büyük bir tehlike olduğunu ve kendilerine kumpas kurulduğunu anlatmıştı. 19 ay hapiste tutuldular. Tüm sözlerinin doğruluğunu hayat kanıtladı. Fetullahçılar ile AKP’nin kavgası sonrası kumpaslar, sahte deliller, iftiralar ortalığa saçıldı. Kumpaslarda rol alan savcı, polis ve hakimler ya firar etti ya da tutuklandı. Onlar ile suç ortaklığı yapanlar ise “FETÖ karşıtı” maskelerini takarak iktidardaki yerlerini korudu. Bütün sözleri doğru çıkan bizlerin 5 Mart 2020 gecesi yine adliye önünde olmamız aslında 9 senede bütün yaşananları özetliyordu.

 

Sabaha karşı Barış Pehlivan, telefonuna avukatların gönderdiği mesaja baktı ve “Tutuklandılar” dedi. Sonrası öfkeli, çaresiz bir sessizlik… Adaletin sadece toplum düzeni için yazılmış bir kurallar bütünü değil, yokluğu insanın içini yakan bir his olduğu gerçeğini damarlarında hissetmek… Ertesi gün Barış Pehlivan’ı adliyeye çağırıp hapsettiler. Bir gün sonra ise Murat Ağırel, Ferhat Çelik, Aydın Keser tutuklandı. MİT mensubunu ifşa suçlaması sadece bir bahaneydi ve herkes asıl amacın; devlette yuvalanan yeni çeteleri anlatan gazetecileri susturmak olduğunu biliyordu.

 

Maskelilerin çaldıkları adalet

Onlar cezaevindeyken Covid 19 tehlikesi büyüdü. Virüsün cezaevlerine girmesinin sonucu korkunç olabilirdi. İktidar, kapasitesinin çok üzerinde dolu olan hapishaneleri bir miktar boşaltmak için infaz yasasını Meclis’e sunmuştu. Diğer ülkelerde benzer af düzenlemelerinde önce muhalifler, düşünce suçluları bırakılırken Türkiye’de tam tersi yapıldı. Hatta AKP, 13 Nisan 2020 sabaha karşı MİT haberi bahanesiyle tutuklanan 6 gazeteciyi hapiste bırakmak için infaz yasasına ekleme yaptı. Maske takmış AKP milletvekillerinin gazetecileri hapiste bırakan yasadan sonra Meclis’te verdiği hatıra pozu bu ülkenin tarihinden hiç çıkmayacak bir lekedir. Ancak bu adaletsizliğe karşı basın meslek örgütlerinin, muhalefet partilerinin ve tek tek biz gazetecilerin güçlü bir ses çıkartamamış olmasını da hepimiz düşünmeliyiz.

 

Elbette yıllardır gazeteciler, iktidarın hedefinde. Çok sayıda gazeteci farklı bahanelerle yıllardır hapsediliyor. Bu süreç aynı zamanda gazetecilerin örgütsüzlüğünün ve sesinin kısılmasının aşamalarını da gözler önüne seriyor. Sembolleşmiş davalarla üç kumpas döneminden bahsedebiliriz.

 

Birinci kumpas dönemi

2011-2012 yıllarında AKP ile Fetullahçılar koalisyonu yeni bir medya düzeni dizayn etmek için gazetecilere yönelik saldırılarını şiddetlendirdi. Barışlar ve diğer basın mensuplarının farklı davalarla tutuklandığı birinci kumpas döneminde gazeteciler güçlü bir tepki ortaya koymuştu. Binlerce kişinin katıldığı yürüyüşler, taslak halindeyken yasaklanan kitabı insanlara ulaştırmak için verilen mücadele ve medya ile tüm topluma gazetecilerin sesini duyurmak konusunda başarılı bir süreç yaşamıştık.

İkinci kumpas dönemi

2016 yılındaki ikinci kumpas döneminde hedeflerden biri Cumhuriyet Gazetesi idi.  Bu süreçte basın ve ifade özgürlüğü mücadelesindeki kan kaybı çok net şekilde gözlemlendi. Elbette bu durumda 15 Temmuz Darbe Girişimi ve sonrasında daha güçlenen baskı rejiminin etkisi vardı. Korku imparatorluğunun tuğlaları döşenirken demokrasi güçleri tepkiyi kitleselleştirmekten çok uzaktı.

 

İki kumpas süreci arasındaki 6-7 yılda Türkiye medyasındaki büyük dönüşüm “sessizlik” yaratan bir çarpan etkisiydi. AKP yeni medya düzenini kamu kaynaklarını kullanarak inşa ediyordu. 2011’de eylemleri haber kanallarında canlı yayınlanan gazeteciler artık “ana akım medya”da küçük haberler olarak yer alabiliyordu. 20 yıllık meslek hayatının tamamı “merkez medya”da geçmiş bir gazeteci olarak size şu özeleştiriyi yapabilirim; basın ve ifade özgürlüğü duyarlılığı olan bizler, tenceredeki soğuk suya konulmuş kurbağalardık. Birden kaynayan suyun içine atılsak sıçrar ve haykırırdık. Ama suyun kaynamasını bekleyen yalnız kurbağalar olduk. Hep mazeretlerimiz vardı: Tazminatı almak, kira, günlük hayatı idame ettirme gayeleri… Bu zaafların çevresini sinsice saran siyasal İslam iktidarı adım adım ateşi harladı. Sansür, otosansür, gazetecilerin tasfiyesi, milyar dolarlık medya satışları sonunda iktidar yıllardır hayalini kurduğu büyük tezahürata kavuştuğunu zannetti. Ahaber yalakalığına bulanmış yeni merkez medya elbette kendi mezarını kazdı. Ancak gerçek, yeni kanallar ile insanlara ulaşmaya başladı. Ana akım medya ölürken alternatif haber mecraları eskisinden daha geniş kitlelere ulaşmaya başlamıştı.

 

Üçüncü kumpas dönemi

Bence gazeteciler için dünyanın en güzel masalı “Kral Çıplak” olmalı. Diktatörün kendisinin bile kandığı yalanın bir çocuğun hakikat çığlığı ile yıkılacak kadar aciz olduğunu anlatır. Bir grup gazeteci o haykıran çocuk oldu, haberler, kitaplar yazdılar. Televizyon ekranlarında konuştular. Yukarıda anlattığım gibi; gerçeği susturamayan iktidar, Fetullahçılarla ortak olduğu dönemlerin kopyası bir kumpası 2020 yılında sahneye koydu.

 

Gazeteciler, kendilerini ve mesleklerinin onurunu korumak için örgütlenmedikleri, etkin bir sese dönüşmedikleri sürece dördüncü, beşinci, altıncı kumpas dönemleri kapımıza dayanacak… Elbette sonunda gerçek kazanacak. Ama bu istibdat, yalan, iftira günlerinin ne kadar süreceğini bizim direncimiz ve dayanışmamız belirleyecek…

 

 

 

 

Göz atın

10 Ocak bir bayram ya da kutlanacak bir gün değil, bir dayanışma günüdür

Gazeteciler, bir 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nü daha baskı ve hak ihlallerinin tavan yaptığı bir …

ÇGD’den Bursa Büyükşehir’e ‘mal beyanı’ yanıtı: Bitlis’te 5 minare!

Bilindiği üzere, Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi’nin 30 yılı aşkındır Kültürpark içinde bulunan idari ve …