Çiğdem TOKER
Bazı sözlerin temsil kabiliyeti güçlüdür. Söylendiği an mensup olunan sınıfın çıkar hesaplarını yansıtır ve çok şey anlatır. Yazıyı okumaya başlayan birçok kişiye tanıdık gelecek “krizi fırsata çevirmek” işte böylesi bir söz.
Benim “Krizi fırsata çevirme” ifadesiyle ilk karşılaşmam, Hürriyet’teki muhabirlik yıllarıma rastlar. ABD ile İngiltere, “kimyasal silah” yalanıyla Irak’ı işgal etmiş, işkenceler, sivil katliamlarla belleğe kazınan işgal sürecinde, Irak halkının yerleşim alanları, altyapı tesisleri ağır hasar görmüştü.
“Krizi fırsata” çevirme sözü, işgal sürecindeki bombardımanlar sonucu harap olan yaşam alanları ile altyapı tesislerini yenilemeyi anlatmak için kullanıldı. Yenileme dediysem, kamu yararına bir hizmetten bahsetmiyorum şüphesiz.
“Irak’ın yeniden inşası” olarak açılan bu söz, Türkiye’deki taahhüt sektörü açısından, milyar dolarlar düzeyinde iş hacmi demekti. Yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonların hayatının darmadağın olduğu insanlık trajedisi, taahhüt sektörü için kar maksimizasyonundan başka bir anlama gelmiyordu. Ve kar maksimizasyonuna yönelen her büyük işte olduğu gibi “istihdam” kazandırma retoriği ön plana çıkarılacaktı. (Türkiye’de taahhüt sektörü için iyi olan bir gelişmenin iktidar için iyi olmama ihtimali sıfırdır.)
Velhasıl savaşın yol açtığı yıkımlara, inşaat penceresinden ve kaçınılmaz olarak para odaklı bakan bu ifade, 2000’li yılların ekonomi basınında yer alan haberlerde yaygın olarak yer aldı.
Bu deyimin günümüzde eski sıklığıyla kullanılmıyor oluşu, muhtemelen sözü gereksinmeyen bir dünyada yaşıyor oluşumuzdandır. Günümüzde mal ve hizmet üreten, inşaat yapan şirketler, yerkürenin herhangi bir köşesinde “kriz” yaşanan sahaları, sahip oldukları olanaklarla zaten çok hızlı görüp ona göre refleks geliştiriyor. Solunum sistemini etkileyen Covid-19 pandemisi dolayısıyla karları azalan tütün şirketlerinin, aşı çalışmasına parasal destek sağlaması, medikal cihaz bağışları yapması “krizi fırsata çevirme” sözünü direkt hayata geçirmenin mükemmel örneklerinden biri değil mi?
AİLE ŞİRKETİ GİBİ
Uzunca süredir bir aile şirketi gibi yönetilen Türkiye’de, iktidar da sıklıkla “krizi fırsata çevirme” olgusunun örneklerini veriyor. Sözün kendisini dile getirmeden ama eylemsel olarak sözle tam uyum içinde. (Bu genel durumun hafızalarda yer eden istisnası, Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı sırasında 103 kişinin yaşamını yitirdiği, ülke tarihinin en büyük katliamlarından biri olan Ankara Katliamı’nı kastederek ettiği şu sözüdür: “Ankara’daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz oylarımızda bir yükseliş trendi var.”
COVİD-19 “FIRSAT”I
Siyaset bilimcilerin hakkını vererek değerlendirmesini yapabileceği bu olguya, ekonomi ve parlamento haberlerini izlemiş bir gazeteci olarak yakından baktığımda şunu söyleyebilirim: 18 yıldır iktidarda olan AKP, (ekonomik, siyasi, toplumsal) krizleri hem üretip hem de aynı krizleri iktidar ömrünü uzatmak, azalan seçmen desteğini yeniden ve yeniden konsolide etmede “ustalıkla” kullanmıştır.
Covid-19 pandemisi de, ürettiği krizleri fırsata dönüştüren iktidar için yeni bir “krizi fırsata çevirme” zemini açmış görünüyor. Altını çizmek gerekiyor ki, Partili Cumhurbaşkanlığı adı verilen sistem içinde, muhalefetteki yerel yönetimleri idari ve mali kıskaca alma hamleleri pandemi öncesinde başlamıştı. (HDP yönetimindeki belediyelere kayyım atamaları, 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarına uzanan farklı bir yazının konusu)
Kamu bankalarının CHP-İYİ parti idaresindeki belediyelere Saray talimatıyla kredi kullandırmayışı, tüm belediyelerin bilgi işlem altyapılarının merkezi bir altyapıda birleşmesi talimatı, akla hemen gelen iki uygulama. Bu uygulamalar, İstanbul, Ankara metropollerinin muhalefete geçmesinin iktidarda yol açtığı yenilgi şokunu göstermesi açısından ayrı önem taşıyor.
MALİ KISKAÇ VE İTİBARSIZLAŞTIRMA
Pandemi ile birlikte iktidarın yerel yönetim üzerindeki müdahalelerinin dozu yükseldi şiddeti arttı. Millet İttifakı yönetimindeki belediyelerin, pandeminin yol açtığı ekonomik tahribatın yükünü azaltmak amacıyla, alt gelir gruplarındaki yurttaşlar için geliştirdiği dayanışmayı önceleyen adımlara Ankara’dan sert cevaplar geldi: Bağış kampanyalarını durdurmak, yardım hesaplarına bloke koymak. İktidar bu engeller ile muhalefetin manevra sahasını daraltmayı hedeflerken, sahip olduğu ve kontrol ettiği medyalar üzerinden de muhalefeti kriminalize etme, itibarsızlaştırma yolunda el yükseltti.
Yerel yönetimleri devletin karşısında konumlayan ve yasalarda kaynağını bulan temel yetki ve sorumluluklarını bile devlete karşı faaliyetler gibi gösteren yayan söylem bu sürecin en dikkat çeken başlıklarından biriydi.
Bir kriz türü olarak Covid-19’un bu kez iktidar nezdinde konsolide edici bir “fırsat”a dönüşeceğini söylemek eskisi kadar kolay olmayabilir. Çünkü bu defa pandemi öncesinde başlamış, derinleşmekte olan ekonomik daralmanın üzerine geldi pandemi krizi.
En az bunun kadar önemli diğer bir gelişme, iktidarın tam saha pres şeklindeki bütün engelleme hamlelerine karşın, belediyeler Covid-19 salgınının olumsuz etkilerini azaltmaya yönelik formüllerden vazgeçmiyor. Aksine bir kısmı hayli yaratıcı yeni yolları geliştirip kullanarak, halka erişme kanallarını sürekli zorladı, zorluyor. Bu çabaların, uluslararası işbirliği alanına da yansıdığını gözlemliyoruz.
Bununla birlikte iktidarın, yerel yönetimlerin manevra sahalarını daha da daraltacak müdahaleleri sürdüreceği anlaşılıyor. Özellikle mali kaynakların kullanımına, yazılı kurallarla yeni kısıtlamaların getirilmesi sürpriz olmamalı.
Milyonlarca yurttaşın hayatına doğrudan etki eden/edecek merkezi kıskaçlardan kurtulmaya yönelik kafa yorma çabası ise meseleyi dönüp dolaşıp aynı eşiğe getiriyor: O da hayatın her alanında eşit, adaletli, toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bir düzeni ısrarla talep etmek.
Bunun ise ancak konfor alanlarından çıkma cesaretini göstermekle mümkün olduğunu biliyoruz.