Gazetecilik dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de ciddi bir krizle karşı karşıya. Siyasal, toplumsal ve özellikle de iletişim teknolojilerindeki gelişimlerden doğrudan etkilenen gazetecilik, 1980’lerden itibaren bu üç başlıkta yaşanan yoğun ve hızlı değişimler nedeniyle adeta hava akımında kalmışçasına yönünü bulmaya çalışıyor. Geçen çeyrek asra baktığımızda siyasal alanda, neoliberal politikaların etkisiyle atomize olmuş bireyler din ve etnik temelde kutuplaştırılarak simgeler üzerinden yanılsamalarla kontrol altına alınırken toplumsal alanda da ekonomik ve kültürel eşitsizlikler belirsizleştirilerek tüketim temelinde var edilen birlikteliklerle sıkıştırılmış, amaçsız ve istikrarsız bir hareket oluşturuldu. İletişim alanında da bir milat yaşandı ve insanlar, sınırlandırılmış sınırsız bir etkileşim içine sokuldu.
İşte bu süreçte gazetecilik hem nitel hem de nicel değişimler yaşamaya başladı. En belirgin nitel değişim, haberin gerçekle olan ilişkisinde yaşandı, yaşanıyor. “Yaşanan gerçeğin bilgisini paylaşma” ilkesini temel alarak katları çıkılan gazetecilik, çeyrek asırdan daha fazla bir süredir devam eden ve sonuçlarını bugün net gördüğümüz üzere “algılanması istenilenlerin kurgulanarak, paylaşıldığı” bir faaliyete dönüştürüldü. 1990’ların başındaki Körfez Savaşı’nda CNN İnternational’ın dünya genelinde yürüttüğü Amerikan yanlısı yayınlar, 2010 yılının sonlarında başlayan “Arap Baharı”na yönelik El Cezire kanalının emperyalist politikaları destekler yayınları, uluslararası ölçekte algı oluşturma faaliyetlerinin ürünü olarak karşımıza çıkmıştı. Gerçeği gizleme, halkı manipüle etme ve uluslararası düzeydeki sermaye odaklı yapıların çıkarlarını önceleme amaçlı bu yayıncılık anlayışı, ulusal ölçekteki örgütlenmesinde daha da fazla gerçekle çatışır bir yayıncılığa evirildi. Türkiye bu habercilik anlayışının ağır bedelini, uzun zamandan beri ödemeye devam eden ülkelerin başında geliyor. Otoriter yönetimini gün geçtikçe hayatın her alanına yansıtan iktidardaki mevcut parti AKP, basının çok büyük bir bölümünü kendi bünyesi içine alarak devletin tüm aygıtlarını kullanıp, var gücüyle basını baskı altına almayı, basın özgürlüğünü yok etmeyi, adeta, varlık nedeni haline getirdi.
Tam da bu noktada bir parantez açarak, Türk basının gelişim evrelerine dikkati çekmek isterim. Türkiye’de basın-yayın faaliyetinin kök saldığı yer, ne yazık ki verimli bir toprak olmayıp, devletin gölgesi altında, saksıdaki topraktır. Ne su kaynakları doğaldır ne de güneş almaktadır. Ki o yüzden bağımsız yayıncılık, basınımızın büyük kısmı açısından ya çok anlamsız ya da çok radikal bir kavram olagelmiştir. Bu bağlamda, 1831 yılında yayınlanan ilk Türkçe gazete Takvim-i Vekayi’nin devlet eliyle kurulan ve yalnızca devletin faaliyetlerini aktaran bir yayın organı olması dikkati çekicidir. Zaman içerisinde bu bağımlılık ilişkisi azalsa da özünde iktidara biat, basının genelinde ne yazık ki kaybolmamıştır. Gazetecinin, basının biat etmesi, meslek ve dolayısıyla toplumsal ölçekte kelimelere indirgenemeyecek sorunların da özünü içermektedir. Gerçekleri aktarma sorumluluğu -ki belli şartlarda bu sorumluluğun hayati önemde bir zorunluluğa dönüştüğü göz önüne alındığında- yerine getirilmemesi, bizzat mesleğin mezarının kazılması, meslekle birlikte toplumsal çöküşün başlangıcı anlamına gelmektedir.
Özellikle yakın geçmişten birçok örnekle doldurabileceğimiz bu tarihsel tartışma parantezini kapatarak, şu anda nerede olduğumuzu netleştirmek daha elzem görünüyor. Bugün çözümlediğimiz ve bilgisine sahip olduğumuz iki gerçek var: Birincisi, AKP iktidarının, istisnasız tüm basını parti propagandasının aracı haline dönüştürüp, ünlü İngiliz yazar George Orwell’ın ‘1984’ romanındaki gibi bir rejim inşa etme isteğidir. İkincisi de gazeteciliğin evrensel ilkeleri olan bağımsız, objektif, düşünce ve ifade özgürlüğünü esas alan, her türlü etnik, dini ve cinsiyet ayrımcılığı ile şiddet ve savaş karşıtlığını yok sayan bir anlayışın mesleğimizin adını lekelemesi ve gittikçe alanını genişletmesidir. Mesleğimiz için birbiriyle bağlantılı bu iki tehdide karşı tek çıkış yolumuz, ilkelerimize sıkı sıkıya sarılmak ve hangi düzeyde olursa olsun gazeteciliği çıkar grupları ve kariyerleri için kullananlara karşı savunmaktır. Gazeteciliği araçsallaştırmak isteyenlerin bu amaçlarına ulaşmalarındaki en müsait yol ne yazık ki gazeteci görünümlü kişilerdir ki son yıllarda bu görünümde çok sayıda kişi basında boy göstermeye başlamıştır. Basın ile iktidarın karşı karşıya gelmesinin, varlıklarının doğasında olduğu ve basının, iktidarın baskılarına direndikçe kimlik sahibi olacağı bilinciyle, asıl sorunumuzun gazeteci adı altında hem mesleğe hem de halkın doğru haber alma hakkına ihanet edenler olduğunu unutmamamız gerek. Çünkü bu anlayışlar, ekonomistlerin tanımı olan “iyi para kötü parayı kovar” misali, “kötü habercilik – hatta habercilik olduğu bile tartışmalı- iyi haberciliği kovar”a yol açmaktadır. Bunun önüne geçmek, öncelikle, tek başına da kalsa gazetecinin meslek ilkelerini tavizsiz savunmasıyla sağlanacaktır. Mesleğiyle kurduğu ilişki diğer tüm mesleklere göre daha öznel olan gazeteci, her şart ve durumda haberine, halkın doğru haber alma hakkına sahip çıktıkça, gerçekleri duyurma sorumluluğuyla hareket ettikçe mesleğini var edebilecektir. 16’ıncı yüzyılda ilk nüveleri ortaya çıkan gazeteciliğin, aradan geçen 500 yıla karşın evrensel meslek ilkeleri an an savunularak var edilen bir meslek olduğu tartışmasız gerçektir. Bu açıdan gazeteciliğe adını da kimliğini de veren hep olduğu gibi direnen gazetecilerdir.