Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1908- ’11 yılları arasındaki dönemi anlattığı Hüküm Gecesi romanını 1927’de yazmış. Gerçek kişilerin de yer aldığı roman, aynı zamanda belgesel niteliğinde. Roman kahramanı Ahmet Kerim, “aslında”, İttihat ve Terakki muhalifi bir gazeteci. “Aslında” zira, benzeri muhaliflerle birebir aynı noktada değil. Olup bitene farklı açılardan bakabiliyor. İçinde bulunduğu grubun zaaflarını da görebiliyor.
İttihat Terakki’nin “terör sahasındaki” şekli için şunları tespit ediyor: “… Burada bahis mevzu olan şey haklıyı haksızdan ayıran, suçluya cezasını, suçsuza hürriyetini veren bir adalet eli değildi, kendi varlığını müdafaaya karar vermiş bir yırtıcı mahlukun pençesi kımıldıyordu. Bu pençe sağa sola vuruyor, kendi cinsinden, kendi soyundan olmayanları acımaksızın eziyordu.”
Öte yandan, evvelki rejimin, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen kişilerini ve Hürriyet ve İtilaf’ın bir ümit vaat etmeyecek kadar uyumsuz, parçalı yapısını ağır ve gerçekçi bir şekilde eleştiriyor.
Onu, döneminin ilerisine taşıyan tarafı bu. Ahmet Kerim, aynı zamanda özeleştiri mekanizmasına da sahip. Üstelik radikal bir üslupta: Kendisi -gibi- bir köşe yazarı ile “kaldırım fahişesi” arasında benzerlik kuracak kadar: “… Bunun da, onun da biricik sermayesi halkın budalalığıdır. Amme efkarı bunların birinde hakikat ihtiyacını, ötekinde aşk ihtiyacını tatmin ettiğine inanır. Hal bu ki fahişenin verdiği aşk ne derece samimi ise gazetecinin söylediği hakikat de o derece doğrudur.” Arkadaşı Ahmet Samim’in öldürülmesinden sonra politika ve politikacılardan neredeyse “bedenen tiksinti” duyan Ahmet Kerim, yaşadığı dönemi şöyle tarif ediyor: “… gündelik politika ve parti ihtirasları memleketteki bütün diğer çalışmaları yutmuş; hiçbir kimse ve hiçbir zümre için bunun dışında daha asil bir hayat nizamı bulmak imkanını bırakmamıştı. Memleketin her sınıf halkı gibi ‘mütefekkir’ ve ‘münevver’ sınıfı da, talihini durmadan değişen siyasi hayat şartlarının keyfine bağlamıştı. Onlar da, Babıali memurları gibi “Acaba gelen rejim bize giden rejimden biraz daha fazla soluk almak hakkı verecek mi? Acaba, bunda, öbüründen ziyade bir refah ve huzura kavuşacak mıyız?” diye düşünüyorlardı. Bunların dışındaki yığınlar ise her değişiklikten kayıtsız şartsız nefret ediyordu. Esnaf olsun, tüccar olsun, gelir ve mal mülk sahipleri olsun, her şeyden önce, uzun bir sükun ve istikrar devrinin hasretini çekiyordu.”
Bekirağa Bölüğü’nde geçirdiği gece, ruhundan ömrüne taşan “ikili yapı” – iç çelişkileri- ile de yüzleşen Ahmet Kerim, “Merkezi Umumi’nin derin ve esrarlı nazariyecisi” Ziya Gökalp’in, dönemin “terör Tanrısı” Cemal Paşa’ya ricası ile asılmaktan kurtuluyor.
Romanın son sahnesinde, sürgün olarak bulunduğu Sinop’ta karşımıza çıkan Ahmet Kerim, her akşam yatarken yazının başında alıntılanan sorularla “nefis muhasebesi” yapan kişi. İçinde yaşadığı çevrenin yabancısı olduğu bir hesaplaşma bu: 80 küsur yaşındaki koltuk tutkunları, dost görünüp jurnalci çıkan arkadaşlar, şahsi menfaate odaklı kalem erbabı, vaat ettiğinin tam tersine evrilen siyasi kişiler… Yıkım ve kaos döneminin portreleri. Toplumdan kişiye, kişiden topluma ve sonra tam tersi olacak şekilde bir fasit daire: Değerlerin çözülüp, çürümesi.
Cevdet Kudret, Hüküm Gecesi hakkında, “… belli bir devrin hikayesi olmaktan çıkıp, devlet yönetiminde kişisel çıkarların öne geçtiği her çağın hikayesi olmak gücündedir.” diye yazmış.
Ahmet Kerim; Talat, Enver ve Cemal Paşa’nın… Hasan Fehmi ve Ali Kemal’in… Prens Sabahattin ve Lütfi Fikri’nin… kendi gerçek dramatik öyküsü ile yer aldığı bu önemli romanın kurgu kişisi. “Tutunamayan” kahramanı.
Hüküm Gecesi, ibret dolu.
Bütün zamanlar için.