Nazım ALPMAN
Çin’de başlayıp bütün dünyayı saran Covid-19 hastalığı Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ifadesiyle, “İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana karşılaştığımız en büyük felaket” olarak kayıtlara geçti.
Avrupa’daki etkisi bakımında gerçekten de “En Büyük Felaket” idi. Bizim gibi “çölde ayı ile köşe kapmaca oynayan, talihsiz bedevi” misali olan memleketler için ise ancak “İkinci” sıraya yerleşebilecek bir felaket olabilirdi. Birinci felaket ile yıllardır haşır neşir yaşayıp gidiyorlardı.
Ben bir gazeteciyim, doğal olarak bu “İkinci Büyük Felaketi” Batı ülkelerindeki meslektaşlarım kadar ağır yaşamayacağımı biliyordum. Zaten onların habercilik ortamlarıyla kendi koşullarımı hiçbir zaman kıyaslayamayacağımı on yıllar öncesinde öğrenmiştim.
Onlarda iyi haberler yapanlar ödüllere boğulurlarken, bizde ödüllü gazeteciler çalıştıkları kurumlardan kovulurlardı. Bunlar mesleki zorluklarla ilgili içi boş hamaset satırları değildir.
Milliyet’in Washington muhabiri Turan Yavuz 1995 yılında “Başbakan Tansu Çiller’in ABD’deki Mal Varlığı” haberiyle hem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin hem de Sedat Simavi Gazetecilik Ödüllerini kazanmış “Yılın Gazetecisi” seçilmişti.
O yıl Milliyet’ten kovuldu!
Bunlara aşinaydık. Daha kötüsünün olabileceğini aklımıza getiremiyorduk. O yıllarda da gazeteciler yargılanıyor, hatta hapislere atılıyorlardı. Hatta ve hatta sarı basın kartı sahibi olmadığı için polis dayağıyla öldürülüyorlardı.
Evrensel muhabiri Metin Göktepe 1996’da bu yüzden ve bu şeklide öldürülmüştü.
Covid-19 ülkemize vardığında bizim meslek “İÇERİDEKİ GAZETECİLER” ve “DIŞARIDAKİ GAZETECİLER” olmak üzere iki ana grupta toplanıyordu.
Sahici haberler yapanlar içeri alınıyor, dışarıdaki gazeteciler de onları dışarı çıkarmak için kampanyalar düzenliyorlardı.
Güzel ve bahtsız memleketimizin “dışarıdaki gazetecileri” arasında yer aldığım için salgın hastalıkla birlikte evlere kapanmamız beni çok kötü etkilemedi. Haliyle “içerideki gazeteci” arkadaşlarımla kıyaslıyordum kendimi. Her yanı betonlanmış daracık hücrelerde kalan gazeteci arkadaşlarımdan daha şanslıydım. Kütüphanem yanımdaydı, Artı TV’deki genç arkadaşlarım evime minik bir stüdyo kurmuşlar her sabah 07.00’de başlayıp 11.00’e kadar süren “Gün Başlıyor” adlı haber kuşağını evimden yapabiliyordum.
BirGün ve Artı Gerçek’te yayınlanan yazılarımı yazabiliyordum.
Sadece 65+ grubunda bulunduğum için “sokağa çıkma yasağı” kapsamında, mahalleme ancak balkondan bakabiliyordum.
Bunu da dert etmemem gerektiğini yıllar önce yurtdışında politik göçmenlerle yaptığım “Vatan yahut Stockholm” belgeseli sırasında birinci tanıklardan dinleyerek öğrenmiştim.
Avrupa ülkelerine kaçak olarak geldiklerinden ilk günler, ilk haftalar sığındıkları yoldaş evlerinde burnunu bile dışarı çıkarmadan yaşamayı öğrenmişlerdi. Sonra haftalar; aylara, yıllara doğru uzayınca bu izolasyonun politik rekabet ortamından kaynaklandığını görüp kendilerini yol ayrımlarında bulmuşlardı.
Ben yurt dışında yabancı bir ülkede ağır gizlilik koşullarında değildim. Ama böylesi koşulları yaşayan meslektaşlarım vardı. Sayıları hiç az değildi. Güzeller güzeli memleketimde onlara nefes alacak alan bırakılmamıştı. Ancak yurt dışında özgür olabiliyorlardı. Evimin balkonundan, çıkamadığım sokaklara bakarken, “En dışarıdaki gazeteciler” aklıma düşüyordu.
Onların memleket özlemini Nazım Hikmet 1950’lerde ölümsüz dizelerle dile getirmişti:
Memleketim, memleketim, memleketim / Ne kasketim kaldı senin ora işi / Ne yollarını taşımış ayakkabım / Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan / Şile bezindendi. / Sen şimdi yalnız saçımın akında / Enfarktında yüreğimin / Alnımın çizgilerindesin / Memleketim / Memleketim, Memleketim…
Eh böylesine derinden bir memleket özlemi içinde de değildim. Bu da yabana atılacak bir avantaj sayılmazdı.
Sadece her televizyon kanalında aynı anda başlayan “inanılmaz bir yalan rüzgarına” maruz kalmanın sıkıntısı vardı. Ki, zaten inanmıyor olmamın koruyucu kalkanına sahiptim.
Olur olmaz saatlerde ulusa seslenişler periyoduna denk gelince televizyonu kapatıp, Jose Saramago’nun kitaplarının huzuruna bırakıyordum kendimi:
“Bütün bir ülkeyi tek bir mezara gömmeye çalışan lider…”
Saramago bu eserlerini Portekiz’de Salazar’ın diktatörlüğü altında yaşarken yazmıştı. O zaman içimde büyük bir sevinç dalgası kabarıyordu. Demek ki, diktatörler gidiyor, yazarlar kalıyordu!
Portekiz’de de Salazar gitmişti, Saramago ise bütün görkemiyle yaşıyordu.
Salgın hastalık günlerinde aklımdan hiç çıkmayan bu saptamam oldu:
“Covid-19 başımıza gelen en büyük ikinci felakettir!”