Gökçer TAHİNCİOĞLU
Güney Amerikalı büyük edebiyatçıların romanlarını okuduğunuzda, sürekli dipten, sizi huzursuz eden bir duyguyla baş başa kalırsınız.
Roman, ister yalnız bir kadının, ister unutulmuş bir kasabanın hikâyesini anlatsın, fonda mutlaka başka bir gerçekliği sunar size. Gerçeğin verdiği huzursuzluk, mutlaka öğrenme isteğini harekete geçirir.
Orada yaşayan insanların dikta rejimlerinden nasıl etkilendiği, o rejimlerin, emperyalist güçlerle nasıl işbirliği yaptığı, yüzlerce yıllık sömürgeciliğin izleri, o ülkenin ve insanlarının kaderinin nasıl değiştiği yüzünüze çarpar.
Tarihin en eli kanlı diktatörlerinin onlarca yıl hüküm sürdüğü Güney Amerika ülkelerinde, en az baskı ortamı kadar büyük bir direniş geleneği de vardır. Şili’den Arjantin’e, Küba’dan Haiti’ye kadar uzanan geniş coğrafyada, dikta rejimi altında yaşamış insanlar, o rejimlere yönelik insanlık tarihine geçecek direnişler sergilemiştir.
Edebiyat, yaşanılanları unutmamak ve dünyaya anlatmak için en etkili araçtır. Güney Amerikalı yazarlar da korkusuzca bunu yapmıştır.
Tıpkı, direnmenin bedelini canlarıyla ödeyen Güney Amerikalı gazeteciler gibi…
*
12 Eylül darbesinin mimarları, üzerinde özenle çalışılmış darbe ve sonrasına yönelik planlamaları yaparken, “neoliberalizm ve apolitik bir toplum” en önemli başlıklar arasında yer alıyordu kuşkusuz.
Darbenin hemen ardından tedavüle sokulan 24 Ocak kararları ile neoliberal ekonomiye geçişin taşları döşenirken, “Kardeşi kardeşe kırdırdılar” söylemi altında yoğun bir propaganda faaliyeti başladı.
Dernekler, partiler, gençlik örgütlenmeleri birer birer kriminalize edilirken, cezaevlerinde yaşanan açık faşizm, onlarca yurtsever gencin ölümüne, kuşaklar arasındaki politik bağların bir bıçakla kesilmesine yol açtı. Planlıydı elbette.
Hem cezaevlerinde uygulanan ve F tipi cezaevlerinin 20 yıl sonra açılmasına kadar uzanan baskı ve zulüm politikaları planlıydı hem de apolitik bir toplum yaratmak için 80 öncesi kuşaklarla sonrakiler arasındaki bağı kopartmak.
Sinemadan edebiyata, gazetecilikten siyasete uzanan baskı ve yıldırma politikaları, giderek orta sınıf anlatısına dönüşen yeni bir yazı alanıyla sınırlandırılmış kuşaklar yarattı. Bunu gören ve inadına topluma biçilmiş kefeni yırtmaya çalışan yürekli aydınlar, sanatçılar, gazeteciler de vardı elbette. Tıpkı Güney Amerika’daki gibi, oradaki kadar örgütlü ve geniş bir alana yayılmasa da o yürekli insanların çıkarttıkları sesler, bütün olanlara rağmen susmayan bir kuşağın da bugüne kadar geleneklerin peşinden gidebilmesini sağladı.
Gazeteler, darbe yönetiminin memleketi nasıl da kurtardığı, gençleri ölümün elinden aldığı haberleriyle doluyken, sanatçılar, darbecileri övmek için sıraya diziliyor, kimi edebiyatçılar politik ve güncel anlatıdan kaçacak yer alıyordu. Darbenin açık baskı politikalarının son bulduğu yıllarda ise oluşturduğu kurumlar aynı sistemi izliyordu. Ama zaten o baskı yapılmasa da gönüllü olarak yaratılan neoliberal sistem, bağımlı siyaset, bağımlı gazetecilik, politik alandan uzakta kurulan edebiyatı daha muteber bulan kalabalık bir insan topluluğu vardı.
O insanların sesleri büyük harflerle çıkıyordu ama sesleri duyulsun diye göğüsleri yırtılırcasına bağıran, gerçeğin peşinde koşan gazeteciler, sanatçılar, edebiyatçılar da vardı inadına. Onlar, toplumun bir kesiminin bütün olanlara bitenlere karşı uyanık olmasını sağladılar ve bunun için bedel ödediler. Ne mutlu ki Çağdaş Gazeteciler Derneği’ni kurup, yaşatan gazeteciler de o bedel ödeyen ve bedel ödemeye hazır olanların saflarında yerlerini almış isimler.
*
Belki bu nedenle “Yeni Türkiye” lafzı içine sıkıştırılan anlam, olanı biteni anlamak için biraz yetersiz kalıyor.
Eskisinin, yenisinin oluşabilmesi için hazırladığı zemin, gözden kaçıyor böyle düşündüğünüzde.
Evet, daha önce kör topal da olsa işleyen hukukun, her şeye rağmen gerçeği yazmanın peşinde koşan gazetecilerin yer bulabildiği egemen medyanın izi bile yok artık.
Kurumların içi boş, aşağıdan yukarıya zincirlenmiş bir anlayış, dar bir kadronun elinde şekillenen yeni bir sistem var.
Ancak o sistemin ayak seslerini, o “eski Türkiye” kavramına yerleştirilen iyimserlikte aramak gerekiyor. Yoksa bugünü anlayabilmek çok mümkün değil.
*
Ve bütün bu olanlara rağmen, tıpkı 12 Eylül döneminden sonra olduğu gibi, ne yapılırsa yapılsın, susmayan, mesleğinden, meslek onurundan sapmadan gerçeğin takipçisi olabilmek için çabalayan bir kuşak var.
Bu gazeteciler, bin bir zorlukla, imkansızlıklara, hayatlarını kazanma zorunluluğuna, cezaevi tehditlerine, işsizlik riskine karşılık, inatla haber yazmaya devam ediyorlar.
Kimi, sosyal medya hesabını ayakta tutarak yapıyor bunu, kimi üç beş kişi bir araya gelerek kurdukları internet sitesi aracılığıyla. Ancak yeni bir dönemin ayak sesleri bu, inanmak gerekiyor buna. Ve umutlu olmak gerekiyor inadına.
*
Ana akım medyanın artık söz konusu olmadığı, gazetelerin bedava dağıtılan ve iktidarın dağıttığı reklamlarla ayakta durabilen hayaletlere dönüştüğü bu ortamdan, yeni bir medya ortamının çıkartılabilmesi şansı önümüzde duruyor.
Gazetecilerin kendilerinin patronu olduğu, haberin yeniden güçlendiği ve çabuk tüketilmediği, sloganın değil bilginin değer gördüğü bir medya ortamı için yüzlerce gazeteci, çok görünmeyen, küçük ama çok değerli katkılar koyuyor ortaya.
Bu katkıların yeni bir medya düzenini n inşasında başat olması da çok muhtemel. Doğru örgütlenme, haklarından vazgeçmeden yapılan slogan gazeteciliği değil, haberi önceleyen gazetecilik anlayışında ısrar, topluma neler olup bittiğini bütün risklere rağmen anlatma inadı, bu yolu açık tutuyor şu anda.
Edebiyattan da benzer sesler geliyor, sanatçılardan da.
Sözünü söyleme ısrarı, bitmiyor, bitirilemiyor. En güç dönemlerde olduğu gibi birileri, ne yapsanız bu konuda uslanmıyor.
Mümkün olduğu kimi örneklerle görülüyor. Bu örneklerin sayısı daha da artacak. Hamasi bir umut söyleminin arkasına saklanmadan, emek emek örülen, inşa edilen bir umutla devam etmek gerekiyor.