Fatih YAŞLI
Salgınlar, doğal afetler, savaşlar, yani beklenmedik, büyük ve olağanüstü hadiseler, geçmişten günümüze hep paradigma değiştirici bir nitelik taşımış, hep tarihin akışını etkileyip hızlandırmış, hep mevcut statükoyu kırılmaya uğratmış, yeni sorular sordurmuş ve yeni yanıtlar verdirmiştir insanlığa.
Bu tür hadiseler, unutulduğunu sandığınız ya da artık işe yaramaz olduğunu düşündüğünüz kavramları da hiç beklemediğiniz bir anda tekrar önünüze getiriverir. Böylesi kırılma anlarında bir an durur ve içinde bulunduğunuz durumu en iyi o kavramlarla açıklayabiliyor olduğunuzu, dünyaya o kavramlar üzerinden baktığınızda kapıların ardı ardına açıldığını ve ufkunuzun genişlediğini fark ediverirsiniz birdenbire. “Görünenin arkasındaki öz” ansızın açığa çıkmış, artık her şey çok daha anlaşılabilir, kavranabilir, elle tutulup gözle görülebilir hale gelmiştir.
İşte sosyal bilimcilerin de siyasetçilerin de çoktan rafa kaldırdığı, toplumu ve dünyayı açıklamak için yeterli ve hatta gerekli olmadığını iddia ettikleri, kimilerinin ise çoktan ölüm ilanını verdikleri, artık yürürlükte olmadığını söyledikleri böylesi bir kavram, “sınıf” kavramı, korona günlerinde yıllardır üzerine kürek kürek atılan ölü toprağından kurtuldu ve kendisine yakışır bir şekilde, yani bir “hayalet” misali, aramıza yeniden döndü.
Şimdi, insanlık olarak, olan biteni anlayabilmek için bir kez daha ona, yani “sınıf”a başvuruyoruz. Onu bir gözlük, bir mikroskop, bir teleskop olarak kullandığımızda, “sınıf” bize mikrodan makroya bütün bir insanlık evrenini, kendi içsel bağlantılarıyla ve işleyiş mekanizmalarıyla, en önemlisi de bütünlüklü bir şekilde görme imkânı veriyor, “sınıfla” ve “sınıftan” baktığımızda, “parça”yı ve parçaların toplamından daha büyük olan “bütün”ü bir arada okumamız olanaklı hale geliyor.
***
Nedir Korona’nın “bütün”ü peki, ne görüyoruz bu “bütün”e bakınca?
Burada gördüğümüz şey, eşitsiz, adaletsiz, hakkaniyetsiz bir dünyada yaşadığımızdır. Dünya nüfusunun yüzde 10’unun dünyadaki zenginliğin yüzde 90’ını kontrol ettiği, geriye kalan yüzde 90’ın ise üretilen zenginliğin yüzde 10’uyla geçinmek zorunda olduğu bir dünyadır bu. En temel insan hakkı olarak görülmesi gereken haklara, gıdaya, sağlığa, eğitime, temiz suya, konuta, nüfusun ciddi bir bölümünün insani ölçütler içerisinde ulaşamadığı, milyarlarca kişinin bunlardan mahrum olduğu bir dünya vardır karşımızda.
Gıda, sağlık, eğitim, temiz su, konut… Bunlardan mahrumuzdur, çünkü bunlar içinde yaşadığımız sistem tarafından adım adım metalaştırılmış, piyasalaştırılmıştır, yani hepsinin bir fiyatı vardır ve fiyatı olan şeye ancak cebinizde paranız varsa ulaşabilmeniz mümkün olacaktır. Günümüz kapitalizminin iktisat politikaları manzumesi diyebileceğimiz neo-liberalizmin yarattığı bir dünyadır bu. Sosyal devlete, sosyal yardımlaşmaya, dayanışmaya, kamusal hiçbir varlığa ve hiçbir hizmete tahammül edilemeyen, insanın bizzat çıplak varoluşunun, yani biyolojik varlığının şirketlerin ve piyasa tanrılarının insafına terk edildiği, kendi kaderini elinde tutamadığı, dövizin fiyatına, borsanın iniş çıkışlarına, devlet tahvillerinin faiz oranlarına bağımlı hale getirildiğimiz bir dünyanın içerisinde yaşamaya mahkûm edilmiş durumdayızdır.
Korona salgının ilk günlerinde romantik bir bakış açısıyla salgının hepimizi aynı şekilde eve kapattığı, birer fani olduğumuzu hatırlattığı, salgın karşısında tüm insanlığın eşitlendiği iddia edildi. Oysa gerçek hiç de böyle değildi; ne eşitlenmiştik, ne hepimiz evlere kapanma şansına sahiptik, ne de dünyayı yönetenler hepimizin fani olduğu gerçeğinden yola çıkarak daha eşitlikçi, daha adil bir dünya kurmak için kolları sıvamışlardı!
Salgından en çok alt sınıflar etkilendi; çünkü bir yanda kötü beslenme, sağlıksız konutlarda yaşama, önlem alınmamış iş yerlerinde çalışma, öte yanda ise özelleştirilmiş ve piyasalaştırılmış sağlık hizmetlerine ulaşamama vardı. Zenginler ise testlere kolayca ulaştılar, çalışmak zorunda olmadıklardan kendilerini korunaklı evlerine kapattılar, gereken önlemleri aldılar ve salgının bitmesini beklemeye başladılar.
Elbette ki gelişmiş kapitalist ülkeler salgının tetiklediği ekonomik krizde sahip oldukları zenginliğin bir kısmını işsiz kalanlarla, geliri azalanlarla, geçinmekte zorluk çekenlerle mecburen paylaşarak, sürecin daha az hasarla atlatılmasında başarılı oldular; ancak genel olarak bakıldığında görüldü ki, dünyayı yönetenler için önemli olan halk sağlığı değil, sistemdi. Öncelik sistemin kurtarılmasına verildi ve açıklanan kurtarma paketlerinin önemsediği halk değil, şirketler, fabrikalar, bankalardı.
Dünyayı yönetenler, tüm dünyanın birkaç haftalığına topyekûn kapatılıp çarkların zorunlu hizmetler hariç bütünüyle durdurulmasına, herkese belli bir gelir desteği yapılmasına, yoksul ülkelerin borçlarının silinmesine ve herkese gıda, sağlık vb. temel ihtiyaçlara yönelik yardımlar yapılmasına yanaşmadılar. Bırakın yoksul ülkeleri, bir “medeniyet projesi” olan Avrupa Birliği, sınırları içerisindeki İtalya’yı görmezden geldi, İtalyan halkına yardım elini uzatmadı.
Türkiye ise Korona günlerini “IBAN”la hatırlayacak en çok; yurttaşlar devletten destek beklerken, işsizlik, açlık, yoksulluk alıp başını gitmişken, yurttaşlarına gelir desteği, borç, kredi, fatura ertelemesi yerine IBAN gönderen, onlardan para isteyen bir zihniyetle hatırlayacak. Katma değer üretmeyen, istihdam yaratmayan, sıcak para ekonomisine bağımlı, gelir uçurumunun son derece yüksek olduğu, yurttaşlarına insani yaşam standartlarını sağlamaktan uzak bir ekonomik yapıdan çıkış için 18 yıl boyunca tek bir adım atmamış olanların, memleketin üzerine beton dökenlerin, sermayeyi ve bir avuç müteahhidi zengin etmek üzerine kurulu bir modelin ve onun sahiplerinin, halkını nasıl değersiz gördüğüyle, çalışmak zorunda bırakıldığı için eve kapanamayan milyonlarla, eline üç kuruş verilip ücretsiz izne yollananlarla ve çarkların dönmesi için hayatlarının feda edilmesinde sakınca görülmeyenlerle hatırlayacak.
Ancak ne dünyada ne de Türkiye’de, yaşananları sadece hatırlamakla yetinemez insanlık geldiğimiz bu noktada, tüm bu yaşananlardan dersler çıkarılması gerekir. İnsanlık, hayatının nasıl değersizleştiğini, her şeyin alınıp satılabilir olduğu bir çağda kendi hayatının da metalaştırılmış olduğunu, özelleştirilmiş ve piyasalaştırılmış bir dünyanın ne büyük bir haksızlık ve adaletsizlik tablosu yarattığını, kapitalizmin yarattığı ekolojik felaketin getireceği ve eli kulağında olan korkunç yıkımı görmeli ve buradan geleceğe dair dersler çıkarmalı, başka bir dünyayı kurma iradesini, kolektif bir akılla birleştirmeli, kaderini kendi eline almalıdır.
***
Bu yazının yazıldığı günlerde, kapitalizmin sembol ve lider ülkesi Amerika Birleşik Devletleri George Floyd isimli bir siyahın polis tarafından herkesin gözü önünde katledilmesiyle başlayan ve sloganı “nefes alamıyoruz” olan eylemlerle sarsılıyordu. Sistematik ırkçılık, Amerikan polisinin siyahlara, hispaniklere ve göçmenlere yönelik yargısız infazları ve buna verilen tepkiler ABD için sıradanlaşmış hadiseler silsilesiydi; ancak bu seferki cinayet Korona günlerinde işlendi ve ırkçılık karşıtlığının yanına bu sefer Korona’nın yarattığı işsizliğe, yoksulluğa ve sefalete yönelik öfkenin de damga vurduğunu, protesto gösterilerinin çok net bir şekilde sınıfsal bir karaktere büründüğünü gördük.
Küresel hadiselerin, en çok küresel hegemon güç üzerinde etki yapması, küresel hegemon gücün siyasal, toplumsal ve iktisadi yapısında kırılmalar yaratması tarihsel bir yasadır. Korona’da da öyle oldu. Korkunç bir sınıfsal eşitsizliğin hüküm sürdüğü Amerikan toplumunda her şey bir kıvılcıma bakıyordu ve o kıvılcım Floyd’un ırkçı bir polis tarafından katledilmesiyle devasa bir yangına dönüştü.
ABD’deki isyan dalgasının, Fransa’daki Sarı Yelekliler’i, Şili’deki, Lübnan’daki ve dünyanın başka birçok yerindeki toplumsal ayaklanmaları hatırlayarak soracak olursak, bir küresel isyan dalgasını tetikleyip tetiklemeyeceğini henüz bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var, eğer şimdilerde sıkça dile getirildiği üzere, sahiden de “Korona’dan sonra dünya eskisi gibi olmayacak”sa, bunun için, bu eşitsiz ve adaletsiz sistemin nasıl değiştirileceği, kaderi piyasaların insafına terk edilmiş, ezilmiş, sömürülmüş, onuru ayaklar altına alınmış olanların, yani yoksulların, yani emekçilerin, yani çalışanların, yani dünyayı omuzlarında taşıyanların seslerini yükseltmeleri, “buradayız” demeleri, artık konuşmaya başlamaları gerekiyor.
Çünkü insanlığın kurtuluşu, “sınıf”ın sadece bir kavram olarak değil, bir aktör olarak da tarih sahnesine dönmesi ve bu gidişata dur demesinden, kendi kaderlerini ellerine alma cesaretini göstermesinden geçiyor.
Mütemadiyen “nefes alamıyoruz” dediğimiz ama aslında insanca bir hayat yaşayıp gitmekten başka bir şey istemediğimiz şu ölümlü dünyada, kimsenin aç yatmadığı ve kimsenin haysiyetinin, onurunun ayaklar altına alınıp çiğnenmediği, insana yakışır bir hayatı, insana yakışır bir düzeni kendi ellerimizle var edebilir, aldığımız her nefesin hakkını verebiliriz.
Tam da bu nedenle “cenneti bu dünyada kurmak” için uğraşmak, bunun için çaba göstermek, buna inanmak, biz faniler için bir ütopya değil, yaşadığımız hayata katacağımız en büyük anlam, peşine düşebileceğimiz ve sahip olabileceğimiz en büyük hakikattir. Hakikatlerimizin peşinde koşmaktan vazgeçmeyelim!