Zafer ARAPKİRLİ
Benden önceki nesil “Karartma Günleri”ni anlatırdı.
Hani o 2’nci Cihan Harbi’nin, “Almanlar bizim kapımıza da dayanır mı? Uçaklarını yollayıp bombalar mı?” korkusu ile yaşadıkları ve ekmekten kahveye, şekere kadar pek çok temel gıda ve ihtiyaç maddesinin karneye bağlandığı günler.
Kahveyi bulamıyorlardı o günlerde. Büyük bir sıkıntı tabii.
Ama en azından harbe girmemişti memleket. Çekilen sıkıntının bir karşılığı vardı.
Bugün ise Korona ile savaşta, belki de “3. Cihan Harbi” denilebilecek bir mücadelenin içinde tüm insanlık birlikte savaşıyoruz. Dünyadan soyutlanmış değiliz. Bizler de gezegenin her yanındaki milyarlarca insan gibi bu savaşın bir parçasıyız. Ve 2. Cihan Harbi’nden farklı olarak, bu kez düşman tek. Lanet olası virüs.
‘Maskeli Günler’ yaşıyoruz. Her ne kadar bugünlerde “normal” ve “normalleşme” sözcükleri sıkça kullanılıyorsa da, bu zor günleri atlatmamıza daha çok var gibi görünüyor. Kimi zaman karantinadayız. Ve karantinalı yaşamı, deyim yerindeyse “dibine kadar” tattık milletçe.
Ve bu Corona Günleri’nde benim en çok ağırıma giden şey ne oldu biliyor musunuz? Gazetemin dağıtılamaması ve tabii bundan dolayı da basılamaması.
Eski kafalı deyin, geri kafalı deyin, delikanlılık yıllarımdan beri malum dünya görüşüme rağmen, “muhafazakar” bile diyebilirsiniz. Ama ben de bu ülkedeki milyonlarca insan gibi; o canım kağıda, o canım kokulu mürekkeple, o canım rotatiflerde basılan gazete denen nesneden vazgeçemeyenlerdenim.
Kızmayın. Ayıplamayın…
Işıklı bir ekrandan, mouse ya da klavyenin aşağı yukarı tuşları yardımıyla “kaydıra kaydıra” gazete okumaktan nefret ediyorum.
İlle de haşır huşur çevireceğim o sayfaları. İlle de o mürekkeple simsiyah olacak ellerim. Ve ille de somut kağıdın üzerinde göreceğim o yazıyı, o fotoğrafı, o grafiği. Ve “arşivlemek” için “caaart” diye veya makasla keseceğim o kağıdı, bir dosyanın arasına koyup koltuğumun altında eve götüreceğim.
Ve bunu söyleyen bu satırların yazarı, (inanmazsınız belki) aslında kendi nesline göre teknolojiyi bir hayli yakından takip eden, her yeni çıkan elektronik icadın son modelini edinmeye çalışan, üniversitede (o yıllar elektronik beyin diye adlandırılan) bilgisayar tahsili görmüş bir kişidir.
Yok işte. Bu “kağıda basılı gazete”den vazgeçemiyorum.
İlla ki, vapurda, trende, metroda göreceğim birinin hangi gazeteyi, hangi sayfada hangi yazıyı (tercihen yazı günümde benim köşe yazısı) okuduğunu göreceğim.
İşin latifesi bir yana, canım acıdı. Kahroldum, gazetelerin 2-3-5 günlüğüne de olsa basılıp dağıtılamaması nedeniyle. Sorumlusu, sorumluları her kimse lanet okudum. Bunda bizim sektörün de vebalini gözardı etmeyerek…
Zaten, olağanüstü antidemokratik baskılar nedeni ile şunun şurasında onuru ile ayakta kalmaya çalışan, dürüst ve namuslu gazetecilik yapmanın derdinde olan 3-5 gazete kalmışken, bunların da basılamaması, gerçekten kahretti beni.
İktidarın, “tek tip manşetler”, hatta tek tip köşe yazıları yazdırma düzenini yerleştirdiği bu günlerde bağımsız ve şerefli gazeteciliğin son birkaç kalesi de, maddi sıkıntılarla yıkılmaya çalışılmakta. Zaten reklam ve ilan verilmeyen namuslu basın, bir de iktidarın hoşuna gitmeyen haberler yaptığı için 3-5 kuruşluk Basın İlan Kurumu ilan gelirinden de mahrum edilerek cezalandırılıyor.
Habercilerin üzerindeki “sorgu, soruşturma, mahkeme, zindan, hatta fiili-fiziki baskı” sopası sürekli sallanarak, nefes boruları kesilmek isteniyor.
“Ya bizim istediğimiz gibi yazacaksınız, ya da hayatınızı söndürürüz” mealinde bir baskı düzeni, mengenelerini giderek daha da sıkıştırmaya başlıyor.
Doğrudan satın alıp da, editöründen muhabirine her kademedeki çalışanlarını kendileri atayamadıkları yayın organlarını bu korku ikliminin fırtınalarına kurban etmeye çalışıyorlar sürekli.
Maddi güçlükler nedeniyle, gerek yazılı gerekse elektronik medyada boyun eğmeyen bir avuç insanın direnişi sayesinde yine de iktidar odaklarının uykularını kaçıracak çatır çatır gazetecilik örnekleri sergileniyor. Ama baskıcı rejimin sopası bir iniyor, bir kalkıyor.
İşte, hukuksuz yere ‘Silivri Zindanı’na atılan Barış’lar, Murat, Hülya, Aydın ve Ferhat… Sadece bir kaç örneği. Onlar üzerinden hepimize gözdağı vermeye çalışıyorlar.
“Ayağınızı denk alın” demeye getiriyorlar.
Ben, başkalarından farklı olarak, “Yahu böyle şeyleri 12 Mart’ta 12 Eylül’de, hatta Demokrat Parti devrinde bile görmedim. O zaman hiç olmazsa…..” diyenlerden, asla olmadım. Olmayı da reddediyorum. Baskının, faşizmin, kısacası “kötülüğün” deyim yerindeyse “ton farklılıkları” arasında ayrım yapmayı hep reddettim. Bugün de bunu yapmaya çağırıyorum herkesi.
Kafamıza indirilmeye çalışılan sopanın kalınlığı, hangi ağaçtan olduğu ve o sopayı kimin tuttuğu, hangi şiddetle vurduğu hiç önemli değil. O sopayı (mecazen) tutup kırmaktır görevimiz.
Yılmadan, bıkmadan, usanmadan, demokratik ve yasal sınırlar içinde her türlü olanağımızı kullanıp salt mesleğimizin onurunu koruyarak ve gazeteciliğin hakkını vererek mücadelemizi vermek.
Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar, hangi baskıcı yöntemleri uygularlarsa uygulasınlar, hangi nefes borularımızı kesmeye kalkışırlarsa kalkışsınlar, gerçeklerin üzerini örtemeyecekler.
Bunu kendileri de biliyorlar. Bildikleri için, yazdığımız her bağımsız haberde, yaptığımız her özgür yorumda, ortaya çıkardığımız her bir kare fotoğraf ve görüntüde, paylaştığımız her Twitter-Facebook-Instagram mesajında, “kaçınılmaz sonu” gördükleri için daha da hırçınlaşıyorlar.
Varsın hırçınlaşsınlar. O “kaçınılmaz son” demokrasinin galebe çalmasıdır. Basın özgürlüğünün bu topraklarda gerçek anlamda bir gün mutlaka vücut bulmasıdır. Muktedirlerin ve onlarla işbirliği içinde “iş tutan” bağımsızlık ve demokrasi düşmanı, emek düşmanı medya patronlarının değil, gerçek basın emekçilerinin yönettiği özgür basın kuruluşlarının, tekrar birbirleri ile tatlı habercilik rekabeti içine girecekleri günleri bu ülkeye getireceğiz.
Haber merkezlerinde muhabirler yine “deliler gibi” yazıp çizip haber peşinde koşacaklar. “Ellerine tutuşturulan bültenler”den yazmayacaklar haberlerini. TV haberleri ve görüntüleri sadece “Lider nutuklarından ibaret” birer protokol şovu olmaktan çıkacak.
Tek bir adamın konuşması, gece gündüz 30 küsur TV kanalından aynı anda yayınlanmayacak o günlerde. O konuşma nedeniyle, hayat durmayacak, TV stüdyolarına çağrılan konuklar, kenara atılıp susturulup saygısızca bekletilmeyecek.
İktidarın, kim olursa olsun hoşuna gitmeyen haberler de bangır bangır gazete sayfalarından, TV ekranlarından, radyo hoparlörlerinden bağıracak. Basın savcıları, bütün gün, “gel bakayım buraya, şunu neden yazdın?” sorgusu ile uğraşmayacak. Sadece mevcut yasaları ve genel ahlâkı ihlal edenler adliye koridorlarında sürünecek. Gazeteciliği, sadece gazeteciler ve gazeteciliğin kendi mesleki vicdanı ve kriterleri yargılayacak. Ve tabii okurlar verecek kararı, “iyi gazetecilik” ile bugün örneklerini çokça gördüğümüz “Pespaye gazetecilik” arasındaki farka bakarak.
Evet, bugün maskelerimizle zor soluyoruz.
Yasaklarla mide krampları geçiriyoruz.
Basılamayan ve dağıtılamayan gazetelerle, ömrümüzden ömür gidiyor ve saçlarımız daha da aklaşıyor.
Ama o güzel günleri göreceğiz.
Endişeniz olmasın.
O rotatifler yine özgürce dönecek bir gün.
Yani, motorları maviliklere süreceğiz.
Ve Nazım’ın tabiri ile, “Babıali’de dolaşacak en şanlı elbisesi ile, matbaacı tulumu ile hürriyet”
Kaleminizi dik tutun yani.
Mürekkebi akıcı olsun.
Mikrofonunuza, kameranıza sıkı sıkı sarılın arkadaşlar.
Kimsenin, kiralamasına ya da satın almasına da izin vermeyin.
Güzel günleri mücadele ile yaratacağız.
Örgütlü mücadele ile.
Bağımsız sendikanızı/derneğinizi yaşatın ve büyütün.
Bunun başka bir yolu yok.