Adnan Baştopçu
Cumhuriyet’te çalıştığım yıllar. Başbakan Turgut Özal’ı izliyoruz. Ankara’dan abim (Faruk Bildirici) gelmiş. Özal Çelik Palas’ta. Ankaralı gazeteciler yemekte, biz marabalar, otelin bahçesinde aç biilaç! Faruk Abi yanıma geldi, ağzı doluydu, yemekten apar topar kalkmış, belli.
‘Özal’ dedi, ‘Emirsultan’a gidiyormuş, fırla!’
Fırladım. Sanıyordum ki tek ben fırladım. Emir Sultan’ın önü, ana-baba günü. Foto muhabirleri nokta miting yapıyor gibi. Kimseyi içeri salmıyor korumalar, bariyer kurmuşlar caminin girişine. Farkımız var. Biz Bursalı gazeteciler Emirsultan’ın arkadan bir girişi daha olduğunu biliyoruz.
Dolandım arkaya, korka korka. Caminin camına yaklaştım. Aa Özal namaz kılıyor içerde. O önde, koruma müdürü Musa Öztürk arkada. Makinayı yaklaştırdım cama, ‘çıt-cılıks’, bir kare çektim. Akabinde bir kare daha, bir kare daha. Dışarısı aydınlık, içerisi loş. Makinanın ayarlarıyla oynayıp, bir iki kare daha. Bir kare kurtarsın hiç olmazsa.
Büroya geldim, durumu telefonla İstanbul’a anlattım. Birinci sayfada yer ayırdılar, fotoğrafı bekliyorlar. Büroda karanlık oda var. Filmi yıkayabilirim, agrandizörde karta basabilirim. Hepsini yaptım, yine yaparım. Ama bu iş ciddi. Cumhuriyet’in birinci sayfası söz konusu olan. (Kafiyeden devam edeyim) ‘Lan’ dedim kendi kendime, vakit var. Gideyim Olay’a, Rahman (Kambur) Abi’ye yıkatayım filmi, ona bastırayım. Olur da bir hata yaparım, kariyerim biter!
Hemen araç, koşarcasına gittim Olay’a film Rahman Abi’de.
‘Abi, gözünün yağını yiyeyim, gazete bekliyor bu fotoğrafı, ne olur acele!’
Rahman abi makinayı aldı, girdi karanlık odaya ve… Hemen çıktı!
‘Oğlum kafana s…m!.. Timsah çıktı makineden!’
Timsah?
O vakitler nerde 36’lık film falan konacak makinalara. Binlik alınır, parça paraça kesilir, bildiğin selobant marifetiyle yapıştırılırdı. Parça film kullanılırdı sizin anlayacağınız. Az bişey kalmış film! O da yerinden kopmuş. Bendeniz Özal’ı namaz kılarken fotoğrafladım sanırken, meğer boşa basıyormuşum deklanşöre!
Fotoğraf niye mühim? Nakşibendi tarikatı mensupları Hac’ca gitmeden önce Emirsultan’a mutlaka gelirlermiş, terbiyeleri böyle. Özal’ın orada namaz kılması, tarikat üyesi olduğunun kanıtı!
Dönersek yeniden bizim timsah meselesine!
Siz olsanız nasıl izah ederdiniz bu durumu İstanbul merkeze?!
İçinde bolca ‘şey, kem, küm, ııı ve aaa’ geçen bir izahat yaptım. (Bakın hala gazeteciyim!)
***
İstanbul gazetesine Bursa’dan çalışıyorsanız, manava, kasaba, bakkala, lokantaya girip elinizdeki notlardan haber geçebilmelisiniz. Elinizdeki filmi karayolundan bir otobüs çevirip muavine emanet edebilmelisiniz. ‘Hocam bunu Topkapı Garajı’nda alacaklar sizden!’ Akabinde tabii otobüsün plakasını ulaştırma servisine veya haber merkezine bildirmelisiniz. (Lokantadan, bakkaldan vs demiştim az önce) Bu iş de uzmanlık istiyordu her seferinde.
Bakkala giriyorsun ‘Abi telefonunu kullanabilir miyim?’ Adam hayır demeden almalısın ahizeyi eline ve onu rahatlatacak şu cümleyi etmelisin:
‘Fatma Hanım Bursa’dan Adnan ben, vereceğim numarayı arar mısınız! (Bakkala dönerek) Abi ne buranın numarası!’
Bakkal biraz rahatladı haliyle! Uzun görüşme yansımayacak faturasına!
Basın çantalarımız vardı. Makine, bloknot, kalem vs için. Yanımızda mutlaka jeton olurdu. Selobantın tamamı israf olur diye tükenmez kalemlere selobant sarardık. Haber çok önemliyse Sönmez Havayolları’nın uçağına yetiştirmek için Ottomantur’a götürmek gerekirdi. Örneğin 14:00’e kadar. Saat 14’ü geçmişse, yani servis kaçmışsa, filmi uçağa yetiştirmek için Yunuseli’ne taksi tutar, taksiciye de ‘bas abi, bas biraz’ diye yalvarırdık.
Uçağı ya yerde görürdük bu koşturmada, ya da havada! (Tüh ya!)
Daha böyle çok şey anlatabilirim, kullanılan alet edevata ilişkin ama, ne fayda!
Şu şematik izahatla bitireyim iyisi mi ‘naftalin’ kokulu bu neşriyatımı.
***
32 yıllık sürecimi üçe ayırıyorum:
- Özveri süreci: Haber girsin yeter.
- Kaşar süreci: Haberi boşver imza girsin yeter.
- Sefil süreç: Maaşlar yattı mı?